20 Ekim 2008 Pazartesi

Kurban bağışları

Kurban kesme kavramından çok uzaklaşmış olan bizler için, kurban kesmenin ahlaki görevini yerine getirmek yani yardıma ihtiyacı olanlara para yardımı yapmak için alternatifler giderek çoğalıyor. Kurban derilerini Türk Hava Kurumu'na göndermenin :) dışında ilk aklıma gelen 3 alternatif:
1) LÖSEV: Uzun yıllardır aktif zaten. Lösemili çocuklar hastanesi ve halen tamamlanamayan 'lösemili çocuklar kenti' projeleri var.
2) Okula yüz verin: ODTÜ Mezunları Derneği'nin okul yaptırma kampanyası
3) Baba beni okula gönder: Milliyet ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin ortak projesi. Çoğunlukla doğudaki kızların okuması ve ikinci sınıf insan kategorisinden kurtulmalarını sağlamak için sanıyorum. Can Dündar'ın bununla ilgili güncel bir köşe yazısı. Bu bayramda bunu tercih edeceğim sanırım.

Hiçbirini beğenmezseniz Deniz Feneri'ne bağış yapın :)))

16 Eylül 2008 Salı

Oy oranları

Partilerin seçimlerde ne kadar oy alacakları artık ciddi biçimde öngörülebilir oldu, tıpkı genel seçimler öncesi AKP'nin %45 civarında oy alacağının tahmin edilmesi gibi. Bu yüzden ben de bu araştırmalara kulak kabartır oldum. Oy oranlarlarında değişiklikleri izlemek de hoşuma gidiyor. Biraz da taraf tuttuğum bir maç seyreder gibi, AKP'nin oy oranı düştü/düşecek denilince gol atmış gibi seviniyorum :)

Zaman gazetesinden bir haber: partilerin oy oranları. Araştırma yapan özgeçmişi iyi bir şirketin güncel açıklamaları. Zaman gazetesinde olmasına rağmen AKP ile ilgili ciddi şikayetler gözardı edilmemiş. Halkın oyunu neye göre verdiği üzerine yorumlar var. Satırbaşları:
- Hayatında dine önem verenlerin oranı AKP ve CHP'de fazla farklılık göstermiyor. CHP dindar olmayanların partisi değilmiş.
- Halkın yüzde sekseninde oy vermedeki birincil öncelik ekonomik durum, din/laiklik değil. %20 ideolojik oy veriyor.
- AKP, Doğan grubu gibi kavgalara muhtaç çünkü kavga etmezse Türkiye'nin ciddi sorunları, işsizlik, üretim, ekonomi v.b. gündemde olacak ve AKP kaybedecek eleştirilerden.
- Doğan grubuyla olan kavga oy oranlarını pek etkilemez, çünkü insanlar zaten kavgaya kendi taraflarından bakıyorlar.
- Deniz feneri ve diğer yolsuzluk iddiaları sadece küçük miktarda, o da eğitimli ve refah düzeyi yüksek kesimde, etkili olabilir. Bu kesimde oylar AKP'den CHP'ye kayabilir. Maddi durumu iyi olmayanlar zaten kendi ekonomik durumuna göre oy veriyor, yolsuzluk iddialarını umursamıyor. Ecevit çok dürüst olmasına rağmen, bir ekonomik kriz DSP'yi dibe vurdurmuştu.
- Döviz yükselmeye devam ederse, özellikle ekonomik kriz yaşanırsa, AKP ciddi oy kaybeder (%15). Şu anda ekonomi iyi olmasa da devalüasyon gibi olaylar yaşanmadığı için AKP oy oranını koruyabiliyor.
- Yerel seçimler için AKP'nin oy oranı %60 gibi görünüyor. Yerel seçimler, sosyal yardımlaşma ve yerel yönetimle ilgili olduğundan ve AKP de yoksullara yardım ve onlarla iletişim olayını iyi organize ettiğinden yerel seçim puanı daha yüksek. Eğer ekonomik kriz olmazsa yerel seçimlerde AKP 60% alır.
- Mazlum siyaseti (e-muhtıra, kapatma davası v.b.) bi yere kadar etkili olur. Bir yerden sonra halk bunu bir beceriksiklik olarak görür.
- Halkın %37'si 'bu ülkede yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç var' demiş.

Son iki maddeden de yola çıkarak anladığım: AKP kapansaydı, zarar görürdü, beceriksiz olarak görülebilirdi. Tabi bu AKP sonrasındaki yeni oluşumun yapısına da bağlı. Kapansaydı, yenilenmiş bir yapı ile de çıkabilirdi, zorunlu bi revizyon olurdu (Refah'tan AKP'ye geçişteki gibi). Daha da ılımlı islam olurdu :) Kapanmadığı için yeni oluşum yok. Ama halkın yeni oluşum beklentisi devam ediyor, çünkü siyaseti tıkanmış görüyor. Abdüllatif Şener bu boşluğu kendi oluşumuyla doldurabilirse bir sonraki seçimlerde özellikle AKP'den önemli oy çalabilir.

Hadi hayırlı traşlar..

19 Ağustos 2008 Salı

Sağduyu ve Hoşgörü Partisi

diye bi parti kurulsa ne güzel olurdu diye düşündüm. Özellikle siyasetimizin kendi görüşünden olmayanları dinlememek, onlarla uzlaşmamak, onlarla çalışmamak ve güç ele geçirince ezmek üzerine dayandığını hesaba katarsak en önemli ihtiyaçlardan biri bence. Gaza getirme, taraf tutma zihniyetiyle değil de akla ve mantığa uyan (sağduyulu) davranışlar sergilemek.
Can Dündar'dan bir örnek: Gazi Üniversitesi'nde rektör tercihleri

Hasan Pulur'un köşesinden bir yazı. Abdüllatif Şener'in karşıt görüşlü birinden gördüğü hoşgörü ve bu bağlamda karşı taraftan nefret etmeye değil de beraber yaşamaya yönelik dilekler. Herhalde dünya görüşüm uymayacağından Şener'e oy vermem mümkün olmaz, ama keşke bütün AKP'liler Şener gibi olsaydı demekten de kendimi alamıyorum.

Tabi sağduyu bir avuç siyasetçiye değil de topluma girmeli, ki o toplumdan çıkacak siyasetçiler de sağduyulu ve hoşgörülü olsun. Çok alakasız bi bağlantı: english table tennis. Videodaki insanlar ne kadar ingiliz? Ama onları birleştiren ingiliz olmaları değil zaten, masa tenisi oynamak için biryere toplanmış olmaları, her etnik kökenden ve her dinden insanlar var, kimse birbirine böyle bir ayrım yapmıyor. Fransa'da gözlediğim önemli şeylerden biri de bu. Zencisi, arabı, uzakdoğulusu (hatta bazen Türk) bissürü insan var burda, metroda pazarda hayatın içinde. Kimse de ülke elden gidiyor, din elden gidiyor diye sokaklara dökülmüyor.
Belki Türkiye'den bunu beklemek haksızlık olur. İngiltere ve Fransa gibi medeniyetin erken ulaştığı ve çok göçmen alan ülkeler kadar farklılıklara açık olmamız beklenmemeli belki. Ama bir gün böyle manzaralar görmeyi çok isterdim. En azından başörtülü diye veya içki içiyor diye insanlarımız birbirine düşman kesilmeselerdi keşke.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

PARIS Je t’aime




PARIS Je t’aime

Paris şehri ile birlikte kullanılan aşk ve sevgi sözcükleri tarihin romantik havasından olsa gerek diye düşünüyorum. Tarihi binalar, köprüler, saraylar, şatolar, parklar ne kadar ilginizi çekiyor bilmem ama eskiler bir başka güzel diyorsanız Paris hayatınızda göreceğiniz en güzel şehir olacaktır.





Zamanda yolculuk yapmak için geçilen büyülü kapılar gibi Paris sokaklarına adım attığınız andan itibaren değişiyor herşey...O büyülü kapıdan geçtiğiniz andan itibaren içeride ne tarafa gitsem hangisine baksam diyeceğiniz o kadar çok şey var ki ... üstünüzdeki tişört ve şortla “lady”ler “sir”ler, krallar, kraliçelerle aynı bahçelerde yürüyor, aynı meydanlarda dolaşıyor, aynı köprülerden geçiyor, aynı saraya giriyorsunuz.



Etrafınız insan dolu ama kimse birbirinin farkında değil herkes kendi yolculuğunda...Arada bir fast food molası verseniz de yolculuğunuza devam etmeniz için köşeyi dönmeniz yeterli...




Paris hakkında daha önce gördüğüz, duyduğunuz, izlediğiniz yerleri bir daha anlatmaya gerek yok, hiç ilgilenmeyen kişilerin bile Paris dendiğinde söyleyecek birkaç kelimesi varsa bu uğraşıyı kesinlikle hakediyorlar, şehirdeki çok sayıdaki aktivite sizin daha çok etkilenmeniz, öğrenmeniz, bilmeniz için mükemmel şekilde hazırlanmış. En çok sanal rehberlerden etkilendiğimi söylemeliyim, dolaştığınız yerlerde kullandığınız bu cihazlarla gördükleriniz hakkında kulaklıklardan anında bilgi aktarılması söz konusu...


Durup düşündüğümde bu büyülü ortamın oluşmasının tek yönlü olmadığı, etkili tarafların bir araya geldiği açıkça gözüküyor. Bir yanda tarihine saygı gösteren, kültürünü korumaya önem veren bir ülkenin varlığı, diğer yanda kültür çeşitliliğine saygı gösteren, o tarihin de aynı insanlığa ait olduğunun bilincine sahip olan bunun için dünyanın diğer ucundan gelen insanlar...





Parislileri metrolarda, cafelerde, güneşlenirken, bisikletleriyle gözlemliyorum ve böyle bir şehir yaratmanın insanlığa saygı ve insanı mutlu etmekle mümkün olduğunu anlıyorum.




Ve diyeceğim şu ki bence Paris aşıklar şehri değil ama aşık olunacak bir şehir...

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Güzel günler görecek miyiz gerçekten?

Son zamanlarda Türkiye’nin geleceğinden iyice umudu keser oldum. AKP’ye sövmekten biraz at gözlükleriyle bakar olduk belki de. Gerçi benim siyaseti takip etmeye başlamam zaten son yıllarda gelişen bişey olduğu için, ilgilendiğim her dönemde vardı AKP. Şimdi biraz daha derin düşünüp paralelde de bir iki kitap okuyunca farklı şeyler görünmeye başladı.
Türkiye’de benim anladığım ya da gönlümden geçen anlamda sol yok. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü de yok. Bugünün sözde demokrasi savunucularının da bu değerlerle ilgisi yok. Sorun AKP değil bence, sorun insanların kafası. AKP gitsin de isterse yerine Abdüllatif Şener gelsin moduna bile girdik ama nafile. CHP ve MHP’de ve bu partilerin seçmenlerinde de bu değerler yok. Bu değerlerle donatılmış bir eğitim almadık. O yüzden bir tarafı tuttuğumuzda takım tutar gibi tutuyoruz, bir fikri benimsediğimizde karşı fikri öldürmek istercesine savaşıyoruz. Şeriatçıdan darbecisiye doğru uzanan sayı doğrusundan herhangi bir sayı seçin farketmez, herkesin düşünce özgürlüğünden anladığı kendi fikri savunulurken karşı fikirlerin susturulması, herkesin insan haklarından anladığı kendine yakın insanların haklarını savunup diğerlerininkini hiçe saymak. Bunu son zamanlarda AKP ve Ergenekon davasında gördük. Çoğu insan, kendisinin istediği dava için hukukun üstünlüğünü savunup tarafsız olduğunu düşünürken, istemediği dava için hukuku yadırgayıp siyasete alet edildiğini savundu.
Hiçbir partinin iktidarında bişey değişeceğine inancım yok. Bu ülkede egemen olan Türküm Müslümanım anlayışıdır. Belki de normal, sonuçta ülkede Budist Eskimolar yaşamıyor :) ama egemen olanın azınlığı ezmesi ve farklılıkların ortadan kaldırılması anlayışı hep hakim. En ufak bir düşünce özgürlüğü yok, Allah’ın Kızları diye kitap yazan yazara dava açılıyor, Türkiye’deki azınlıkların durumu ve hakları ile ilgili görevi gereği bilimsel rapor hazırlayanlara dava açılıyor. En ufak bir eleştiriye veya karşıt fikre tahammül yok. Raporda bir gözlem belirtildi diye bunu paylaşmak zorunda değilsin, azınlıkları savunan bir öneride bulunuldu diye bunu kabul etmek zorunda da değilsin, zaten yasa koyucuların görevi bu. Dinlemeye tahammül yok, Türklük ve Müslümanlık hakkında biri sevmediğin bişey mi dedi, hemen dava aç ‘belli bir zümreyi aşağılama veya başka bir zümreye karşı tahrik etme ve şiddete sevketme’ suçundan, gücün yetiyorsa hapse sok. Ama ters yönde yasalar bi türlü işlemiyor, köşe yazısında açık şekilde ‘DTP’lileri öldürmek zorunluluktur’ yazan kişi ceza almıyor. Alenen Kürtleri düşman gösteren dergiler yayın hayatlarına devam ediyor. Hrant Dink'in mahkemesinde sanıklar dalga geçiyor mahkeme ile, kimin umrunda Hrant Dink ne Türk ne Müslüman!
Herkes de yaptığını Atatürkçülük adına yapıyor. Kavramın içi oyuldu. Tek korunan Atatürk’ün kendisi kaldı. O da nasıl korunuyor. Canlı yayında Atatürk’ü sevmiyorum diyen türbanlı kız hakkında soruşturma başlatılarak korunuyor. Neden? Sevmediğini hemen sustur anlayışı hakim de ondan. Susturunca ortadan kalkıyor sanki o fikirler. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette o kızın yetişmesine neden olmuşşun, kendinden, verdiğin eğitimden, yapamadığın denetimden utanman lazım, ama ne yap? Hemen sustur. Böyle mi korunuyor Atatürk’ün değerleri…
Anladığım kadarıyla eskiye ve yurtdışına dayanan önemli dinamikler var. Soğuk savaş ile 1945’ten itibaren ‘Allah’sız komunizm’i yenmek üzere ABD tüm ülkelerde siyasal İslam’ı desteklemiş. Türkiye de bundan nasibini almış ve Atatürk’ün Türkiye’si ters yöne gitmeye başlamış. Dini anlayış darbelerle bile desteklenmiş. Ezanın arapçaya çevrilmesi, İmam hatipler, zorunlu din eğitimleri darbelerin sonucu olarak ortaya çıkmış. SSCB’nin yıkılmasından sonra iyice karışıyor işler. Diyeceğim örümcek kafanın kökleri derin, sorun AKP değildir, ağırlıklı seçmenin kafa yapısı, onun seçtiklerinin de kafa yapısı bellidir. Hangi parti gelirse gelsin düşünce özgürlüğü de insan hakları da gelmez buralara…

6 Temmuz 2008 Pazar

Budapeşte

Masallar Şehri’nde 6 gün. Aslında bu Viyana’nın lakabı galiba ama ödünç alalım şimdilik. Tarihi doku denilen şeyin anlamını kavradım: birkaç yüzyıl önce inşa edilmiş binaların arasında yürürken o zamanlardaki yaşamı, şehri, insanları düşünmeden edemiyorsunuz.

Bildiğiniz gibi akrabalığımız da var biraz Macarlarla. Kendileri de Orta Asya’dan ama Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupaya göçmüş olup milattan sonra 400 yıllarında Attila’nın hükümdarlığı altında ilkokulda Batı Hun İmparatorluğu diye öğrendiğimiz medeniyeti oluşturmuşlar. Sonra Moğol istilası, Osmanlı işgali, Avurturya-Macaristan İmparatorluğu diye gidiyor. Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Hungary

Macaristan bugün 10 milyonluk bir ülke, iki milyona yakın kişi Budapeşte’de. Eskiden Buda ve Pest şehirleri arasından geçen Tuna nehri artık birleşik şehir olan Budapeşte’nin ortasından geçiyor ve şehri ikiye ayırıyor. Nehrin genişliği 300 metre kadar olduğu için Paris veya Amsterdam gibi taş köprüler ve kanal havası yok, Tuna daha çok denize benziyor. Aslında köprüleriyle tekneleriyle bir çeşit ‘küçük İstanbul Boğazı’ manzarası hakim.

















Chain Brigde

















Üstte solda ve sağda sırasıyla Elizabeth Bridge ve İki kule :) ve arasından yine Elizabeth Bridge.

Binalar birer birer restore ediliyor ve bu binalara bakmak gerçekten zevk veriyor. Aşağıda örnek bir manzara. Üst tarafında Nescafe reklamı biraz sırıtmış ama bakmayın siz, çok az binanın tepesinde öyle yazı var, cephelerde ise hiç yok. Restore edilmeyen binaların cepheleri ise kararmış dökülmüş belki savaşın izlerini bile taşıyor. Önceki savaşları bilmiyorum ama II. Dünya Savaşında Almanlar biraz yıkım yapmış.

















Avrupa Birliği’ne yeni giren ülkelerden, zengin bir ülke değil, ama büyük bir turizm var. Sokakta yürürken yanınızdan geçen insanların büyük kısmı İngilizce konuşuyor. Macarların da büyük kısmı İngilizce konuşabiliyor. Turizm ile geçinen bir şehirde normal belki, bizi restoranına davet eden eleman 5 dil konuşuyordu mesela :) Ancak normal vatandaşlar da konuşuyor. Sokakta birine İngilizce soru sorarsanız cevap alırsınız büyük ihtimalle. Ayrıca, güvenli de bir şehir, gece geç saatlerde sokaklarda dolaşabiliyorsunuz.

Yüksek bir hatun potansiyeli var. Sadece güzellik olarak değil sayı olarak da. Sanki erkekler çalışıyor kadınlar sokaklarda geziyor gibi bir izlenim yaratıyor :) Güzel endamlı olanı da olmayanı da abiye giyiniyor, dolayısıyla bazıları biraz rüküş kaçıyor.

Otelde değil de apartman dairesinde kaldık. Gitmeden booking.com aracılığı ile ayırttık. Zamanında mal sahibi olmuş, yaşı ilerlemiş, Almanca bilen teyzeler evlerini kiraya veriyorlar, adet bu. Memnun kaldık, otelden daha iyi, mutfağınız oluyor, yemek yapıyorsunuz, kahvaltı ediyorsunuz. Sürekli restoranlarda yiyip çok para harcanmıyor. Çamaşır makinemiz, internetimiz vardı evde. Evin yeri de şehir merkezinde trafiğe kapalı olan Vaci Utca (Vatzi Utza okunuyor, ama biz bi süre sonra Vaci Usta demeye başladık:)



















Solda Vaci Usta'dan genel bir görünüm, sağda altından yapılmış sokak şarkıcısı. Bu şarkıcı çok keyif verdi bana. Tenini altın rengine boyamış, yüzünün her ayrıntısı dahil. Kıpırdaman duruyor sanki heykel gibi. Ne zaman ki biri önündeki kaseye para atıyor o zaman teşekkür edip kısa bir şarkı çalıyor gitarla. Sonra tekrar donuyor. Repertuvarı çok geniş olmasa da güzel bir atraksiyon.

















Üstte parlamento binası. Şehrin en büyük binası imiş, büyüklüğü nasıl ölçüyorlar bilmiyorum ama bayağı esaslı bir bina.

Unutamayacağımız anılardan biri de Türkiye-Almanya maçını bir Türk’ün işlettiği bir kafede izlemek oldu. Macarlarda Türk sevgisi, hatta duruma göre hayranlığı belki, var. Maçı izlemeye gelen Macarlar arasında Türk bayraklı tişörtü giyenler Türkçe bilenler vardı:) Elbette Türkiye ile bir bağları vardır ama yine de ilginç geldi. Yalnız Türklerin kötü huyları devam ediyor tabi hep. İçeride fosur fosur sigara içildi (ki Evren alerjisi yüzünden takip eden on günü boğaz ağrısı ve öksürükle geçirdi) ve maçta bi süre sonra Almanlara sövmeler başladı.

En keyif veren anlardan biri de Türk hamamında (kaplıcasında) geçirdiğimiz zamandı. Aslında sıcak yeraltı suyunun havuzlanıp üstü kapatılarak yapılmış bir tesis, Türkiye’de de onlarca örneği olduğu gibi. Ama enteresan olan bu üstü kapatma işleminin 500 yıl önce şehri ele geçiren Osmanlılar tarafından yapılmış olması, sütunlar, tavan kubbesi ve ışıklandırma hep o zamana ait. Sıcak suyun içinde gözlerinizi kapatıp o yılları düşünmek, Sokullu Mehmet Paşa ile aynı havuza girdiğinizi düşünmek :)

Ama bizim gittiğimiz tarihi ve küçük olanlardan bir tanesi idi (aşağıda resimleri var). Yeni yapılmış ve sadece kaplıca değil, açık havuzlar, masaj, spa, güzellik v.b. ile de birleştirilmiş büyük ve daha turistik tesisler de vardı.

















Rudas Bath (burdaydık)

Yapamadıklarımızdan ise, bir operaya gitmek istedik. Romeo ve Jülyet oynuyormuş ama tarihi az farkla kaçırdık, oysa tarihi opera binasında izlemek çok keyifli olurdu. Diğerlerine de niyetlendik başta ama sonradan ilgilenemedik.

Yeni maceralarda görüşmek üzere,
Lufthansa ilen gittim geldim, rötar ya yapmıyor, ya çok az yapıyor, uçuşlar da çok iyi geçti ama bilet fiyatları da hiç ucuz değil.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Yurtdışında Türkiyeli olmak

Enis Batur da benim gibi 6 aylığına Fransa'ya gelmiş, herhalde TÜBİTAK bursuyla gelmiştir :)
Yakında dönüyormuş. Dışarıdan Türkiye'nin nasıl göründüğünü, zaman zaman Türkiye-AB ilişkili sorularını nasıl cevapladığını aktarmış: burdanbuyrun..
Yıldırım Türker'den de yurtdışına çıkan veya bir şekilde uluslararası iletişim kuran bir Türkiye vatandaşının nasıl bir temsil duygusuna ister istemez büründüğünü açıklamış: burdanbuyrun..
İkisine de katılıyorum, hatta burada olmam nedeniyle tarif edilen durumları ve duyguları kısmen yaşıyorum da..

13 Nisan 2008 Pazar

Yine 301

Dünya Türkiye'deki 301 yasasıyla ilgili bakın nasıl haberler okuyor: BBC news

Türklüğü aşağılamayı engelleyen bu yasa nedeniyle Türkiye aşağılanıyor gibi geliyor bana. Sadece 2006 yılında 1700 kişinin 301'den davalık olması şaşırtıcı bir rakam gerçekten.
Benzeri yasaların başka ülkelerde de olduğunu dile getirip duruyoruz ama dünyada aykırı görüşler dile getiren bazı yazarları alkışlarken Türkiye'de Hrant Dink'in Orhan Pamuk'un yargılanmalarına seyirci kalıyoruz. Bu insanlar ne söylese haklıdır değil elbette ama fikir özgürlüğü zaten bu demek değil mi? Hele bir de Türkiye'de bu insanları öldürmeye hazır çeteler olduğunu varsayarsak..

Bilmiyorum ben bir görüşün susturularak değil de karşıt görüş ile bastırılması gerektiğini düşünüyorum. Eğer biri ayrı bir Kürt devletini savunuyorsa onu hapse atarak değil kitlelere bu fikrin çok saçma ve zararlı olacağını anlatarak mücadele etmelisiniz, eğer biri Ermenilere soykırım yapıldığı tezini güçlendirecek bir kitap basıyorsa bu kitapları haksız çıkaracak başka kitaplara imkan tanıyarak mücadele edebilirsiniz. Belki de gerçek hayatta işler bu kadar basit yürümüyor bilemiyorum.

Bi laf da CHP'ye sokaraktan huzurlarınızdan ayrılayım. 301 düzenlemesine karşı çıkmalarının nedeninin AKP'nin bunu AB istiyor diye yapması olduğunu açıkça söylediler. Bu düzenlemenin doğrulunu yanlışlığını, ülkeye getireceği faydayı zararı hiç tartışmayıp sırf AB istediği için karşı çıkmak nasıl bir mantıktır? Bir işin içeriği tartışmayıp, başkası istiyor diye reddetmek bağımsızlık mıdır?

12 Nisan 2008 Cumartesi

Gelecek de bir gün gelecek

'The singularity is near' diye kitabın methini duydum, yazarı R.Kurzweil. Nasıl bir geleceğe doğru gidiyoruz, 20-30 sene sonra neler olabilir gibi teknolojini gidişatı üzerine, ama uçuk kaçık veya bilimkurgu tarzında değil de daha oturaklı fikirler olduğu yazıyor yorumlarda. Örneğin kütüphanelerin veya paranın (fiziksel olarak) ortadan kalkması gibi sanırım. Toplumla ilişkili yorumlar da vardır belki. Okuduğum bilimkurguları düşündüm: Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya, 1984, Ubik gibi teknolojinin yanında toplumun ne hale geleceğini üzerine de fantastik fikirler vardı. Fantastik bir bilimkurgu olmaması açısından kitap çekici geldi.

Bunun yanında teknolojiye de şaşırmaya devam. Aşağıdaki videoyu hayretle izledim. Yapay zeka üzerine kasışların yanında fiziksel zeka da olarak bu kadar ilerlenmesine şaşırmış olabilirim.

http://www.youtube.com/v/W1czBcnX1Ww&hl=en

31 Mart 2008 Pazartesi

Leyleği havada gördüm: İsviçre

Fransa’da ikamet etmenin gezginlik meyvelerini yemeğe başladım. İşte ‘4 günde 4 şehir’ etkinliği ile gezdiğim Grenoble Cenevre Lozan ve Basel’den izlenimlerim. Fotoğraf makinesiz olmaz artık diyerek bi fotoğraf makinesi edindim sonunda ama yola çıkmadan önce elime geçmediğinden toplama fotolarla idare edicez yine. Antika yol arkadaşım Sinan’da da siyah beyaz film takılı bir fotoğraf makinesi vardı, bazı sanatsal denemeler yaptıktan sonra bitirip yeni film alamadığımızdan ondan da pek istifade edemedik.

‘Grenoble zaten oturduğun şehir be adam, bi de gezdik diye onu mu anlatıyorsun’ diyeceksiniz belki ama hakikat o şekilde olmuyor. Mesela sizler oturduğunuz şehri geziyor musunuz, tarihi yerlerine gidip bilgi alıyor musunuz? Müzelerini gezip tepelerine tırmanıyor musunuz? Yapıyorsanız aferin size:) Ben gezmek için birilerinin gelmesini bekliyordum. Nitekim Sinan gelince biraz gezdik. Gece yürürken caddelerde, nehir kenarında lunapark ışıkları gördük ve ışıklara giderek lunaparka ulaştık nitekim. Geceye damgasını vuran lunapark etkinlikleri: hava üfüren masa oyunu, at yarışı oyunu, waffle ve buz devri filmindeki scrat karakterinin oyuncağını almak için yukardan indirilen kepçe elle çalışan makineye, oyuncağın ederinden fazla para atıp da oyuncağı alamamız oldu.







Scrat


Ertesi sabah bizi bekleyen sürpriz kar oldu, geldiğimden beri görmediğim kar yağışı bu seyahatimiz boyunca peşimizi bırakmadı. Şehre en yakın tepede La Bastille denilen vakti zamanında kale-koruma amaçlı yapılmış bir yapı var. Oradan aynı zamanda bütün şehri görmek de mümkün ama yağışlı havada tırmanmak anlamlı olmayacağından, teleferikle çıksak bile bu kar kıyamette şehri seyredemeyeceğimizden vazgeçtik ve müzeye gitmeye karar verdik. Tabi müze bi tane değil burda: tarihi, sanatsal ve doğa konulu olmak üzere üçe ayırabiliriz müzeleri. Doğa müzesini es geçtik. İkinci dünya savaşını konu alan güzel bir savaş müzesi gördük ama onu da sonraya bıraktık ve sanat müzesine gittik :) Tabi bizden bekleneceği şekilde bazı tablolara bakıp ‘bu ne ki bunu ben de yaparım’ şeklinde tepkiler verdik. En anlamadığımız ise adamın birinin kareli defterine çizdiği bir eğriyi tablo olarak niye astıkları idi :) Ama o bir sergi imiş, kalıcı eserlerin olduğu bölüme geçince keyfimiz yerine geldi. Boyu beş metreye varan 500-600 yıllık tablolar ve envai çeşit heykeller enfesti.

Müzeyle ilgili size link de vereyim dedim ama çok anlamlı olmayan ve sadece fransızca sayfalar. Ama Wikipedia Grenoble bağlantısı fena değil. Genel olarak bir şehre gitmeden önce Wikipedia’ya göz atmak yerinde oluyor. Alt kısmında turizm sayfaları da var, oralardan kalacak yer v.b. işlerine girilebiliyor. http://en.wikipedia.org/wiki/Grenoble


İsviçre genel:

Yüzölçümü: 41000 km2, aşağı yukarı Konya kadar.
Nüfusu: 7.5 milyon civarı


















Yerel idare bölgeleri olan kantonlar var (26 taneymiş). Farklı kurallar geçerli olabiliyor kantonlarda. En belirgin farklılık (veya zenginlik diyelim) dil. Dört tane resmi dil var: Almanca Fransızca İtalyanca ve Romanş. Aşağıdaki haritada bu dillerin ağırlıklı konuşulduğu bölgeler var. Ama bu bölgedesiniz, burda bu dil geçer diye bir zorlama yok. Ülke genelinde, paketlerin üzerinde, anonslarda birden fazla dil kullanılıyor. Bunun dışında hemen herkes ingilizce biliyor desek yanlış olmaz herhalde.
























İngilizce kursu ilanı gördük bi tane. İlanda ingilizce öğrenmek ister misiniz demiyordu, Wall Street İngilizcesi öğrenmek ister misiniz diyordu. Yani ingilizce konuşuyorsunuz da doğru mu güzel mi konuşuyorsunuz bakalım diyor. Fransa ile İsviçre arasında belirgin bir fark bu dil konusu. İsviçre’de senelerce kalıp belli bir dil öğrenmeden dönebilirsiz. Sadece ingilizce ile yaşamınız devam eder, ancak Fransa’da uzun süre kalıp da Fransızca öğrenmemek zor. Eğer çokuluslu biryerde çalışıyorsanız benim bulunduğum bir yer gibi, işyerinde ingilizce ile idare edebilirsiniz belki ama sokağa çıktığınızda, otobüse bindiğinizde, ekmek alırken, maça giderken, restoranda ihtiyaç duyar ve zamanla öğrenirsiniz. Zaten anladığım kadarıyla Fransa’da devletten ingilizce eğitimi ile ilgili zorlayıcı bir adım yok. Biz ‘bir lisan bir insan iki lisan iki insan’ sloganıyla büyüdük, özellikle genç nüfus için ingilizce bilmemek bir eksiklik diye düşünerek yaşıyoruz. Adamlar pek oralı değil, daha iyi anlaşabilmek için ingilizce biliyor musunuz diye sorduğumda çok rahat ‘ingilizce bilmiyorum/konuşmuyorum’ diye cevap veriyorlar. Bizde olsa maalesef deriz, üzgünüm deriz, ingilizce bilen birini ararız etrafımızda.

Biraz düşününce anlayışla karşılıyorum. Dünya dili olmayı 60-80 sene önce ingilizceye kaptıran bir millet Fransızlar. (2. Dünya savaşı, süper güç ABD ve yakın zamanda internet). Yani Fransa’nın bir yerinde yabancı biriyle iletişim kurulacaksa neden ingilizce olsun ki, Fransızca da düşünüyor olabilirler(di son yıllara kadar). Çok saçma değil aslında, İngiltere’ye gidince ordaki herhangi birinden Almanca Fransızca Türkçe :) konuşmasını bekliyor muyuz? Dolayısıyla sadece Fransızca ile çok ileriye gidemeyecekleri dünyaya açılamayacakları bilinci fazla gelişmemiş ve yabancı dil bilmemek en azından uluslar arası bir amaç (ithalat, ihracat, bankacılık, turizm v.b.) taşımayan biri için eksiklik olarak görülmüyor. Bu açıdan ingilizceyi daha kolay benimsemiş milletlere göre, misal Hindistan, uluslar arası alanda rekabet sağlayamayacaklardır diye düşünüyorum. Ama sanılmasın ki burda ingilizce bilen yok ya da bilse de konuşan yok, öyle değil. Sonuçta ben büyük bir şehirde bile değilim. Türkiye’de Eskişehir’e gittiğinizde markete girip ingilizce konuşmanız da mümkün değil sonuçta, ama elbette ingilizce bilenler var ve gerekirse de konuşmaktan çekinmiyorlar. Sadece daha gelişmiş bir ülke olduğu için Fransa’da çoğu insan İngilizce biliyordur diye düşünmemek lazım.

Neyse konuyu Fransaya çevirdik yine, İsviçre’den bahsedelim biraz da. Çok uluslu kimlik kendini heryerde belli ediyor. Cenevre’de Lozan’da Basel’de yürürken kendinizi hostelde gibi hissediyorsunuz. Her renk her dil her çeşit. Yaşayanların %50 si kendisini belli bir dine bağlı görüyor. Geri kalanı Tanrının veya bir gücün varlığını kabul etmekle birlikte bir dinin mensubu değiller veya direkt ateistler (nüfusun %10u). Tabi insan düşünmeden edemiyor, bu kadar insanı birarada tutan tek dil tek din yok, nasıl biraradalar, nasıl tek bayrakları var ve bu kadar benimsemiş durumdalar, nasıl İsviçreliyim diyorlar? Sadece refah seviyesinin yüksek olması mı sağlıyor bunu? Doğudaki insanlar geçim derdine oldukları için mi din için etnik köken için birbirlerini öldürüyorlar? Biraz garip değil mi, yaşam derdine olan insanların daha canla başla işlerine sarılıp hepberaber olup kalkınmak için uğraşmaları gerekmez miydi? Refah seviyesi yüksek ülkelerde bu kavramların kavga sebebi olması gerekmez miydi? Türkiye’de insanlar neden ‘sen din düşmanısın sen şeriatçısın’ ‘sen milliyetçisin sen vatan hainisin’ diye birbirlerine giriyorlar? Neden gelecek için hepberaber çalışamıyorlar? İstedikleri gelecek farklı olduğu için mi? İsviçre’de politikayı kendi çıkarlarına alet eden yok mu? İsviçre’de kadrolaşma yok mu?

Evet konu bi türlü gezdiğimiz şehirlere gelmedi :) Normal aslında çünkü gezerken de gezdiğiniz gördüğünüz güzelliklerin yanısıra bunları düşünüp duruyorsunuz.


Cenevre

Fransızcada ve İngilizcede Geneve diye yazılıp Cenev/Cenive diye okunuyor. İtalya’daki Genoa diye yazılıp, Cenova diye okunan yerle karıştırmamak gerekir :)

Fevkalade çokuluslu bi yer, pek çok uluslar arası örgütün merkezi burda. (ör: WHO World Health Org. ILO: International Labour Org.). Yalnız belki de bu yüzden ben çok sevemedim. Sanki hep dünya bişeyinin merkezinde gibi hissettiriyor. Finansal kuruluşlar, organizasyonlar falan. İnsanlar şık, herkes ingilizce konuşuyor. Sanki bir ülkeyi gezer gibi değil de, tüm dünyaya ait biyeri gezer gibi. Şu ana kadar gezdiklerim arasında bana en çok bunu hissettiren yerdi. İngiltere ve Amerika’ya gitmedim, belki orlarda da benzer bir his olur.

Bi de çok sayıda köpeği olan ve onunla gezen insan var. Köpek dediysek tabi bizdeki köpekler gibi değil, süs köpeği gibi. Pıtı pıtı yürüyorlar. İnsanlar giyecek dükkanlarına restoranlara falan hep köpekleriyle girip çıkıyorlar. Üzerine basmayayaım diye dikkat etmek gerekiyor :) Sanki biraz takı amaçlı kullanıyorlar gibi geldi bana. ‘Benim de köpeğim bu. Güzel köpek değil mi?’ der gibi.

Cenevre gölü veya diğer adıyla Leman Gölü’nün güneybatı ucunda. Bu gölün bir nehre (Ron nehri) bağlandığı noktada. Şehir merkezi düz ama arkalar biraz yokuş, bu yokuş meselesine yine geleceğim. Göl kenarına marinanın açığına bir su fıskiyesi yapmışlar, her kartpostalda bu fıskiyenin resmi var. Bayağ büyük ihtişamlı. Melih Gökçek her köşe başına bi fıskiye yapacağına büyük göz alıcı bişey yapaymış, en azından bi ikon olumuş, bi faydası dokunurmuş.





































İnsanlar fıskiyenin yakınına gidip ıslanmayı da seviyorlar galiba, tabi güzel havalarda. Biz gittiğimizde hava bayağı soğuktu, aşağıdaki resimler belki bi fikir verir.
















Şaka tabi. Bu kadar değildi, ama bazı kışlar oluyormuş böyle, fırtına çıktığında, göl suyu tatlı olduğundan sıçradığı yerlerde donuyor.

Fondü yedik bir de. Duymamış olanlar için, altı hafif ateşte bir kap geliyor önünüze, içinde erimiş peynir. Ekmek de yanında. Ekmeği bandıra bandıra yiyorsunuz. Yalnız porsiyon büyüktü. Bırakmayalım diye abanınca ağır geldi. Midemde peynir kalıbı taşıyormuş gibi hissettim bi süre.
Bir de İsviçre çakısı alayım dedim, Victorinox. Önce kazık yemiyim diye biriki dükkana bakayım dedim ama gerek yokmuş. Sabit fiyat, Algida dondurma satar gibi her dükkanda aynı çakılar aynı fiyata.


Lozan

Lozan’ı daha çok beğendim. Yalnız yokuş. Avrupa şehirlerinde şehrin içinde yokuş görmek nadir bir olayken, burda bütün şehri yokuş görünce afalladım. Bisikletli bir yaşama uygun değil ama metro ve toplu taşım elbette gelişmiş durumda. Hoş bir dokusu var şehrin, yaşanılası.

Aşağıdaki resimde şehrin tepesindeki katedral var, tabiki Notre Dame katedrali. Buralarda şehrin en büyük katedrali o şehrin Notre Dame’ı oluyor, kural bu benim anladığım :) Geceleyin dolu yağarken bu katedrale tırmanıp şehri seyrettik.












































Yine başka bir fiyakalı bina. Halen de resmi işler için kullanılıyor olabilir. Burada eski binaların restorasyonunu yaparken bazen neredeyse baştan sona eski haline göre tekrar yapıyorlar. Sadece dört duvarı kalmış, veya bir kulesi kalıp gerisi yıkılmış binaları eskisi görünümde baştan yapmışlar. Eski ve yeni resimleri görünce şaşırıp kaldım.




















Bir de köprüler. Yüksek köprüler, aşağısından da nehir değil başka caddeler geçiyor.

Hostelde kaldık. Çok temiz bir hosteldi, otel gibiydi hatta. 36 isviçre frangı kişi başı. Bir frank şu anda 1.3 YTL civarı. Fransaya göre biraz daha pahalıydı sanki İsviçre ama maaşlar da ona göre biraz fazla olsa gerek. Euro kullanmıyor İsviçre. AB’ye girme taraftarı vatandaşları olsa da henüz azılıktalar, o yüzden yakın bir tarihte beklenmiyor. Ama bu sene sonbaharda schengen’e dahil olacakmış, yani ayrıca isviçre vizesi almak gerekmeyecek. Almanya Fransa veya İtalya’nın yakın bir yerine gidilirse kolayca gidilip gezilebilir.






Biz gittiğimizde etrafta çok insan yoktu, hem soğuk hem de turist yok. Yazın bayağı şenleniyor sanırım ortalık.







Olimpiyat müzesine gittik. Olimpiyatlarla ilgili merak edip edebileceğiniz herşey var. Uluslararası olimpiyat komitesi de Lozan'da sanırım, o yüzden müzeyi buraya yapmışlar. Tabi burda da neden İstanbul alamadı olimpiyatları diye düşünüp durduk ama o konuya girmeyeceğim artık.








Olimpiyat Müzesi bahçesinden








Basel

Çok kısa görmüş olmama rağmen Basel’i de anlatmaya çalışayım. Ne de olsa Sinan’ın şehri, yer verelim blogumuzda. Coğrafi konumu çok ilginç. Almanya Fransa ve İsviçre sınırlarının kesiştiği yerde. Yani şehir merkezinden çıkıp bi tarafa gittiğinizde Almanya’da başka bi tarafa gittiğinizde Fransa’da oluyorsunuz. Tabi arada duvarlar, dikenli teller ve mayın tarlaları yok :)

Basel, Ren nehrinin üzerine kurulmuş. Nehir bir süre İsviçre Almanya sınırı çizdikten sonra, Basel’den kuzeye dönüp Fransa Almanya sınırı çizmeye başlıyor. Geniş bir nehir, o yüzden Basel’de kimisi eski kimisi yeni uzun köprüler var.























Şehir merkezinde Pazar kurulan bir meydan ve hala resmi amaçla kullanılan çok eski tarz binalar var. Bi de dolanan yeşil tramwaylar. Düz olması, tramwaylı olması ve öğrencisi bol olması açısından oldukça Grenoble’a benziyor aslında.

Karnaval oluyormuş Basel’de. Ben denk gelmedim, Paskalya tatilinde gittim, Paskalya’dan 40 gün önce imiş. 3 gün boyunca sabaha karşı dörtte insanlar sokaklara dökülüp konfetiler fırlatıp eğleniyorlarmış.

Bir de küçük havuz var şehir merkezinde, fıskiyeli. Ama fıskiyeleri mekanik aletler olarak yapmışlar. Mekanizmalar var çarklar dönüyor, pistonlar çalışıyor birbirinden değişik aletler suyu fışkırtıyorlar, çok eğlenceli geldi. Melih Gökçek’e bi daha söylendim doğal olarak.


16 Mart 2008 Pazar

Alışma süreci devam ediyor

Gün başına düşen yaşanan şaşkınlık sayısı azalmakla beraber değişik şeyler olmaya devam ediyor ve giderek alışıyorum.
- Evde 4 kişi kalıyor ama çoğu zaman 2-3 kişiyiz. Fransız elemanı pek görmüyorum, sık sık başka yerde kalıyor ve de sabahları geç çıkıyor sanırım. Tunuslu paso evde film-dizi izliyor. Pek sosyalleşemedik kendisiyle. Pek ingilizce konuşamıyor, benim fransızcam da yetmeyince daha evvel tarzanca dedigim dil devreye giriyor, o dilde de muhabbet edilmiyor, konuşulması gerekenler konuşuluyor sadece. Bi de domuz eti yediğimi öğrenince biraz soğumuş olabilir benden :) Ingiliz eleman sevimli, universitede ogrenci zaten, pozitif biri. Arada bir arkadaşları geliyor, şamata yapıp ses çıkarıyorlar ama çok değil, haftada 1 veya 2 akşam. Benimle çok yavaş fransızca konuşuyor öğreneyim diye, kendisi de eylülde gelmiş, geldiği zaman benim gibi konuşuyormuş burda toparlamış. Tabi benim toparlamam zor, işyerinde ingilizce konuşuyorum evde de günde 8-10 cümle falan, sokakta da pek gerekmiyor. Olduğu kadar artık.
- Evde hatun olmaması iyi değilmiş, kimse temizlik yapmıyor :) Haftasonu mutfakta yerleri sildim, bi de mutfağa bağlı cam balkon vardı, hiç el değmediğinden gayet pisti, örümcek ağları, araba yedek lastikleri falan, orayı toparladım, temizledim. Güzel oldu, manzaraya (karlı dağlar) karşı oturup bilgisayar başında olabiliyorum. Diğerleri pek ilgilenmedi, temizlenince ilgilenirler mi bilmiyorum ama gayet efektif kullanmaya niyetliyim.
- Teknede hatun uğursuzluk getirir derler eski denizciler. Bilmem niye demişler. Hatununa bağlı tabi. Ben de analoji yaparaktan, evde hatun temizlik getirir diyebilir miyim acaba, tabi hatununa bağlı. İnsana kendi pisliği pek dokunmuyor da başkasınınkini temizlenmemiş görünce çok batıyor. Banyoda başkasının kılını, lavaboda başkasının sakalını, mutfakta başkasının yıkamadan ortada bıraktığı tabağı çatalı. Yaş ilerleyip maddi durum da iyileşince herkes yalnız evi tercih ediyor. Özellikle burda maddi durum önemli. Ben bir oda için 350 Euro veriyorum. Evde 4 oda var düşünün. Tek kişilik, stüdyo gibi veya bir oda bi salon gibi yer tutarsam da 450-500 euro civarı. Dolayısıyla geliri 1000 euronun altında olan birinin düşünemeyeceği bir seçenek. Ben biraz da iş yerinde sosyalleşemezsem evdekilerle takılırım diye tercih etmiştim ama gerek yokmuş, iştekiler kafa elemanlar ve evde pek hayat yok.
- İş süper, akademik amaçlarım açısından da işler yoluna girdi, artık verimli ilerleyebileceğimi umuyorum. Elemanları sorarsanız, doktora öğrencileri ve postdoclardan oluşan süpermultinasyonel bir ortam var. Öyleki bazen öğle yemeğinde 20 kişilik masaya oturuyoruz ve aynı milletten kimse olmuyor. Beraber dışarı çıkmaya veya spor yapamaya da başladık gibi. Bundan sonrası daha rahat geçer diye düşünüyorum.
- İki tane hoca var bizim grupta. Zaten ders verilen bir okul değil, araştırma enstitüsü. O yüzden hoca dediğimiz doktora öğrencilerine supervisor’luk yapan kişiler. Hiç gergin bir ortam yok, bizdeki gibi hocalar asistanların tepesine dikilip sıkboğaz etmiyorlar, ama herkes görevini yapıyor sanki. Demek ki zorunluluk başka bir şekilde geliyor. Eğer işlerini iyi yapmazlarsa uzun vadede görevlerine son veriliyordur belki. Çünkü bizdeki gibi bi kere devlet memuru oldun mu işten çıkarılmaman veya öğrenciliğin süresince (6-7 yıl) işini iyi yapmasan da asistan kalman mümkün olmayabilir.
- Havalar iyileşti, bisiklet aldım. Hep özendiğim ama Ankara’da yapamadığım (çünkü mümkün değil) bisikletli yaşamı, iş yerine bisikletle gidip gelmeyi mesela burda yapabilecek miyim?

İsviçre izlenimleri.. pek yakında..

7 Mart 2008 Cuma

Fransa Macerası : Başlangıç

1 Mart gecesinden itibaren Fransa-Grenoble’dayım. Yavaş yavaş alışmaya başladım. Onu da şuradan anlıyorum, şu ana kadar herşey harala gürele gitti. Yapılması gereken acil şeyler vardı, onları temizlemeye çalışıyordum elimden geldiğince, artık biraz rahatladım. Hala yapılacak işler var ama takvime oturtup rahat rahat yapabileceğim.
Bir haftada düzen anca oturuyor diyebiliriz.
- Eve alış, ev sahibi ile kontrat yap, ilk alışverişleri yap, ilk yemeği yap ve en nihayet ilk Türk kahvesini yap:) ev tamam.
- Ofise gidiş için ulaşımı öğren, ofis anahtarını edin, bilgisayarı kur, manyetik kart ve yemekhane kartı al, çalışma gurubundaki elemanlarla tanış, hoca ile konuş ve kabataslak bir plan yap.
- Şehre alış, evden gidiş gelişi öğren, aylık ulaşım kartı al, gerekli/önemli yerlerin adreslerini al, resim dairelere bırakman gereken evrakları toparla teslim et, harita edin.
- En etkileyicisi de bünyenin alışması. Duygusal ve zihinsel olarak artık ayrı bir ülkede olmanın kanıksanması diyelim. İlk gün biraz afallamıştım. Geliş yolculuğu sırasında olaylar hızlı gelişiyor ve hata yapmıyım diye sürekli yolculuk detaylarına dikkat ediyordum. Gün sonlanıp da kendimi yeni yatağıma bıraktığım anda yolculuk bitmis oldu ve gerisini düşünmeye başladım. Farklı bir ülkede farklı bir yaşam süreceğimi idrak ettim. Hem üzüldüm Türkiye’de bıraktıklarım için, hem de heyecanlandım yaşayacaklarım için. Zihinsel olarak da ilk gün acayipti, Türkçe kitap okurken veya Türkiye’de baktığım web sayfalarına bakarken kendimin Türkiye’de olduğunu sanıp, kafamı kaldırınca başka bir ülkede olduğumu sanıyorum.

Odam 11-12 m2 kadar, temel eşyalar var sadece: yatak, gardrop, masa, kitaplık, etajer. Yastık çarşaf bile yok. Bildiğimden çarşaf nevresim yastık getirmiştim (tabi bi de uyku tulumu:), burdan da bi battaniye ayarladım.































Bu da ben, mikrofonlu kulaklığım ile beraber. VOIPRaider sağolsun, Türkiye ile bedava konuşuyorum internet üzerinden.


Evde salon yok, banyo ve mutfak ortak. Mutfak tek sosyalleşme alanı. Dört kişiyiz: Wajdi (Tunuslu), Ian (İngiliz), Francis (zenci Fransız:) Ian’la rahat ingilizce konuşabiliyorum, diğerleriyle ingilizce fransızca arası bir tarzanca idare ediyorum, zaten çok muhabbet olmuyor. Ian da, ben Fransızca başlarsam konuşmaya Fransızca cevap veriyor. Tabi ben onun cevabını anlamıyorum hemen ama alıştı sağolsun artık yavaş konuşuyor benimle kelimeleri tane tane sarfediyor.

Grenoble çok büyük bi şehir değil ama kendi vilayetinin başkenti sanıyorum. 160000 nüfusu varmış, bunun 60000’i öğrenci. Yani bizim Eskişehir gibi. Şehrin düz olması ve geniş bi tramway ağı olması da Eskişehir’e benziyor. Yukardan uçak geçip durmuyor yalnız Eskişehir’deki gibi :)
















Çoğu Avrupa şehri gibi merkezinden bi nehir geçiyor. Nehrin üzerinde kimi güzel kimi sıradan köprüler var. Şehre en yakın tepede eski bir tapı var dini anlamı olan, manastır gibi bişey olabilir, daha gitmedim. Oraya teleferik çıkıyor. İzmir’de de bir tepeye teleferik çıkıyor da onun gibi. O tepen şehir ayaklarınızın altında.





















Şehrin etrafı dağlarla çevrili fotoğraflardan da gözlemleyebileceğiz gibi, hemen hepsinde de kayak merkezi var, yani yüksekler. Çanak gibi bi coğrafyanın çukur yerinde kalıyor şehir. Hava bazen sıcak bazen soğuk, Ankara gibi. Çoğu zaman rüzgar var yalnız, düzenli bir şiddette uzun süre esebiliyor, şehrin düz olmasından kaynaklı olabilir. Bizim paraşüt uçurtma burda olsaydı iyi uçurulurdu.

Alışveriş de eğlenceli geçti şimdiye kadar. Alışana kadar eğlendirir herhalde. Değişik şeyler satılıyor (mesela sümüklüböcek:), inceliyorum markette. Bize göre bazı şeyler çok pahalı (bizim peynir ve zeytin) ama bizde pahalı bazı şeyler de makul fiyatlı (diğer peynirler ve muz). Genel olarak fiyatlar 1.5 katı diyebiliriz, veya belki YTL yerine Euro koyarak orantılanabilir.

Çalıştığım yer INRIA şehrin biraz dışında. Bir teknoparkın içindeki binalardan birisi, ama en fiyakalısı, çok ‘contemporary art’ bir bina. İlk gün girerken çok heyecanlandım, Microsoft’a girer gibi hissettim kendimi. Bi de ilk gün mail accountu açtılar bana: yalin.bastanlar@inrialpes.fr çok hoşuma gitti, kendimi bişey sandım.


















INRIA binası


Buradaki elemanlar teknik açıdan çok sıkı. Kendi alanlarında önemli makalelerin veya kitapların sahibi insanlar var. Yürürken koridorda karşılaştığınız insanların böyle kişiler olduğunu düşünmek heyecan verici. Doc ve PostDoc’lar da canavar. Benim için çok zorlayıcı bir ortam.

Kendimi geliştirebileceğim pek çok alan var.
- Kendimi araştırmaya verebilirim. Olabildiğince doktora tezini oluşturmaya çalışabilirim. Bunun yanında aynı alanda çalışan diğerlerinin çalışmalarıyla da ilgilenip, destek verip, sonrası için de beraber çalışılabilecek ortaklıklar kurabilirm.
- Fransızcamı geliştirmek için çok çaba sarfedebilirim. Hergün belirli bir miktarda egzersiz yapabilirim, ya da haftada biriki gün olan bir kursa gidebilirim. Olabildiğince Fransızca konuşmaya çalışabilirim.
- Etrafı iyice gezebilirim. Çevre şehirleri, kuzey Fransa, Isvicre, Italya, Monaco diye, her tatil olasılığı değerlendirip hatta bazı haftasonları da kaçıp dolaşabilirim.Tek sorun (tabi ona sorun denirse:) burada bir trade-off var. Yani herhangi birine çok vakit harcamam o açıdan kendimi bayağı geliştirmeme sebep olurken diğerlerine ayırdığım vakti azaltacak. Yani buradan hem akademik açıdan her amaca ulaşmış, hem şakır şakır Fransızca konuşan hem de her yeri gezip tozmuş biri olarak dönemem. Kendime uygun bir denge kurmaya mecburum. Bu açıdan değişik bir macera, çok kısa süreli konferans ziyaretlerine göre veya çok uzun süreli kalışlara göre farklı bir durum. Bakalım ne yapacağım..

3 Mart 2008 Pazartesi

Sadun Boro Bursa'yı onurlandırmış

Bana e-posta ile gelen haberi aşağıda veriyorum. Yine çok özlü sözler sarfetmiş Sadun Baba.

-----

Bursa Yelken Kulübü’nün geleneksel Şubat Balosu, Büyük Yıldız Otel’de gerçekleşti.
Balonun bu yılki onur konuğu, 1965-1968 yılları arasında, Kısmet adlı 10,5 metrelik Türk bayraklı kotrasıyla dünyayı dolaşan, ardından çok kereler okyanuslarda yelken açan, büyük Türk denizcisi Sadun Boro oldu.

Balonun açılışında konuşan Bursa Yelken Kulübü Dr.Sürel Solakozlu, kulübün son dönem çalışmaları hakkında bilgi verdi. Amatör denizciliğin geliştirilmesi için Bursa Yelken Kulübü’nün yaptığı çalışmaları aktaran Solakozlu, 22 Mart’ta, BUSİAD toplantı salonunda yapılacak, “Amatör Denizcilik: Sorunlar ve Çözüm Önerileri” konulu panele de tüm denizseverleri davet etti.

Katılımın oldukça yüksek olduğu gecede söz alan onur konuğu Sadun Boro da, konuklara,
geçmiş dönem uzun okyanus seyahatleri ile günümüz teknolojisi ile gerçekleşen modern seyahatler arasında karşılaştırma yaptı.

Kendi dünya seyahati sırasında, sekstantla mevkii belirleyerek, haritada bir iğne başı kadar görünen bir adaya rota tuttuklarını, bunun ne kadar heyecan verici olduğunu anlatan Boro, günümüzde gelişen elektronik seyir yardımcıları sayesinde, artık her yere seyrin çok kolay hale geldiğini, bunun kötü bir şey olmamakla beraber, işin heyecanını da azalttığını söyledi. Yine de herkese, her fırsatta denize çıkmalarını öneren Boro, “Doğadan zevk almak gerek. Pek çok insanın 5 duyusu vardır. Çok az insanın altıncı duyusu vardır, o da doğadan zevk almaktır.
İster deniz, ister dağ, isterse orman… Doğadan zevk almak, onu korumak, çok az insana nasip olmuştur. Siz burada olduğunuza göre, bu duyunuz yerinde demektir. Bunun kıymetini bilin ama değerlendirin de” dedi.

Tüm dünyayı denizden dolaşmış biri olarak, yeryüzünün en güzel sahillerinin, deniz turizmine en uygun yerlerin Türkiye’de olduğunu belirten usta denizci, “Ne yazık ki bu güzel ülkeyi korumak, o güzelim sahillerin değerini bilmek için hiçbir şey yapmıyor, tam tersine, kirletmek, betonlaştırmak, mahvetmek için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz” diye konuştu.
Boro, Türkiye sularının Türkçe tek rehber kitabı olan Vira Demir’in yeni baskısı için, körfezimizdeki limanları da tek tek dolaşarak son halleri ile ilgili bilgi aldı ve yeni fotoğraflarını çekti.