25 Ocak 2007 Perşembe

Canına sağlık

Güzel bir aşk şiiri, eğer yorgun bir dönemin ardından bir sevgiliye kavuşursanız okuyun bunu o kişiye..


Bir çift göz vardı
Vardı da unutmuştu bakmayı
Sevgiyle sevgiliye
GÖZLERİNE SAĞLIK

Bir çift el, on parmak buz gibi
Sebebi dokunulmamak
Sen ısıttın şimdi sımsıcak
ELLERİNE SAĞLIK

Bir çift ayak
Ayakta hali yok duracak
Önce emekledi seninle
Şimdi neredeyse koşacak
AYAKLARINA SAĞLIK

Bir yürek tam yerinde
Doldurmuştu boşluğu ama boştu
Şimdi dopdolu, şimdi coşkulu
YÜREĞİNE SAĞLIK

Bir ben vardı bende çook uzaklarda üstüne üstlük tek başına
Şimdi ben ve sen aynı bedende tek can gibi, canını sevdiğim
CANINA SAĞLIK

Melek Ercan

19 Ocak 2007 Cuma

Satranç, Tavla ve Match Point

Hikayeyi tam olarak hatırlamıyorum, gerçeklik payı ne kadar onu da bilmiyorum, gerçek olmasının bir önemi var mı, pek zannetmiyorum. Hikaye şöyle,

Falanca büyük bir ülkenin kralı emrindeki adamlara bir oyun hazırlatır: Satranç. Bu oyunu Filanca büyük bir ülkenin kralına gönderir ve yanına da bir not düşer: “Durumu iyi değerlendirip, olasılıkları düşünüp, gelecek için iyi tahminler yapabilirsen oyunu kazanırsın. Hayatta da böyledir”.
Ardından da Filanca ülkesinin kralı emrindekilere bir oyun hazırlatır. O da oyunu Falanca ülkesinin kralına gönderir ve yanına bir not düşer: “Durumu iyi değerlendirip, olasılıkları düşünüp, gelecek için iyi tahminler yapabilirsen ve şansın da varsa oyunu kazanırsın. Hayatta da böyledir”. Gönderdiği oyun Tavla’dır.

Bence de hayat tavla gibidir. Bazen, olabildiğince hazırlıklı ve yetenekli olsanız da olaylar planladığınız gibi gelişmez çünkü kontrol altına alamayacağınız pek çok değişken vardır. Bazen de hiç ummadığınız yerden gelen bir fırsatla işler açılır ve hızla ilerlersiniz.

Bir de film seyretmiştim, Match Point (maç sayısı anlamında). Çok iyi bir film değil ama hayatta sandığımızdan çok şeyin tesadüflere bağlı olduğu tezini savunuyor, izlemeye değer. Yönetmeninin Woody Allen olmasına da prim verebilirsiniz. O da olmadı başrolde Scarlett Johansson’un oynaması bile yeter filmi izlemek için:)

Bir de laf vardır: “Hayat çok ciddiye almaya değecek kadar ciddi bir şey değildir”.

Tabi bütün bunlardan insanların kendilerini hayatın akışına bırakıp hiç bir şey için azimle uğraşmamaları gerektiği sonucu çıkabilir, nitekim bunu yapanlar da var. Ama benim benimsediğim, yine planlar yapmak, hedeflerin peşine düşmek ama umduğunu bulamama ihtimalini de akıldan çıkarmamak ve eğer hüsrana uğrarsak da bunu hayatın bir cilvesi olarak görüp hayat küsmemektir. Zaten kanımca hayattan bu şekilde zevk alınabilir, hayat bu şekilde sevilebilir. Hayatı umursamayan ama yaşama sevinci ile dolu bir karakter düşünemiyorum.

Aşk da emek ürünüdür

Aşkı elde ettikten sonra aşık olmayı bırakan hatta bazen aşkı başkasında aramaya kalkan insanogullari (bizler:) icin bir alıntı.

“Eldeki bir aşk, aşk ihtimallerinden iyidir. Eldeki aşk beslenmezse büyüyemez. Paylaşmadıkça çoğalamaz. Mehmet Başaran’ın bir şiirinin adını anmak gerekir burada: “Yorulmaz işçileriyiz aşkın”. Aşk emek verilmezse solar gider. Ve bizler, büyümeyi beceremediğimiz sürece hep ilk basamaklarda terk ederiz aşkı. Saksıda çiçek alıp çürütenlerden, akvaryuma balık koyup bakamayanlardan farkımız kalmaz. Acemi ellerde hep kendi aşk filmlerimizin ilk yarılarını oynar kalırız. Devamı gelmez. Mutlu son gelmez.”

Oğuzhan Akay, Müsaitseniz size aşık olabilir miyim? s.18, Neden Kitap, Ocak 2005

12 Ocak 2007 Cuma

Gönlüm eğlenmezse nasıl ciddi düşüneyim?

Bir arkadaşın arkadaşı ile onun arkadaşı arasında geçen kısa bir diyalogu anlatıldığı ve hatırladığım kadarıyla aktarıyorum:

Erkek: Senin şu geçen tanıştırdığın bi kız arkadaşın var ya. Tatlı kızmış o, bana ayarlasana sen onu.
Kız: Eğer ciddi düşünüyorsan konuşayım, yok kızla gönül eğlendireceksen hiç bulaşma.
Erkek: Gönlüm eğlenmezse nasıl ciddi düşüneyim!

Biz erkekler üzerinde böyle bi zan var kanımca. Kızla gönül eğlendirecek, sıkılınca çekip gidecek, kızı üzecek. Büyük ihtimalle bu zanın oluşmasına neden olan başka erkekler yüzünden ihtiyatlı davranıyor hatunlar. Ancak erkekler üzerinde haksız bir baskıya yol açtığını düşünüyorum. Sonuçta çift taraflı bir olay bu. Hatunlar da sıkıldığı zaman, artık sevmediğini düşündüğü zaman çekip gidiyor. Hatta belki çoğu zaman erkeklerden daha radikal bir biçimde. Ama erkek bıraktığı zaman ‘kızı kullanıp attı’ gibi bir imaj yaratılmaya çalışılıyor. “Ciddi düşünüyor musun?” sorusuyla “eğer beraber olursanız, anlaşırsanız, önemli bir sorununuz da yoksa evlenmeye niyetli misin?” denmek isteniyor sanırım. Ama daha tanışmadan veya tanışır tanışmaz erkekten böyle bir kararlılık beklemek biraz mal satmaya benziyor. Gerçi evlenme niyetiyle yola çıkan bazı erkekler de yok değil, özelliklerine bakıyorlar, araştırıyorlar, kısa bir flört döneminden sonra hemen evlilik. Ama onları saymazsak erkek önce mutlu olmak ister, huzur ister, karşıdaki insanla bir ömür geçirmek isteyip istemediğini tartmak ister. Bunları bulursa ‘ciddi düşünür’ ve de karşıdakine beklediği güveni verir. Defosu yoksa almak zorunda olmak gibi bir baskıya maruz kalmak istemez. Şunu da ekleyeyim ki, bence erkek kısmısı -eğer ki evlenmemeyi prensip edinmemişse- sevdiği, huzur bulduğu, beraberken ‘gönlünün eğlendiği’ ve mutluluğunun devam edeceğine kanaat getirdiği biriyle evlenir. Kimisi geç kimisi erken ama yeri geldiğinde zamanı geldiğinde evlenir.

8 Ocak 2007 Pazartesi

Fok hayvanı

Fokların ne kadar güsel yaratıklar olduğunu hatırlamak için aşağıdaki videoyu izlemek yeter de artar bile gibi geliyor bana sanki bilmiyorum..

http://www.youtube.com/watch?v=XMOSb3-tGgI

Söz konusu video SAD-Akdeniz Foku Araştırma Grubu’nun kötü durumda bulduğu ve rehabilite ediyor olduğu yavru fok Badem hakkında..

Bu arada Akdeniz Foku’nu veya başka bir fok türünü ‘fok balığı’ diye çağıran pek çok abidik yer var. Ör: http://www.denizcilersitesi.com/fokbaliklari.html
Bazen ciddi yerlerde de bu şekilde geçtiği oluyor. Televizyonda ve çocuklara hitap eden bazı yayınlarda örneğin. Hayır bişey değil, konu hakkında bilgi edinmeden alelacele ürün çıkarıp çocukların da bu tatlı memeliyi balık sanmasına yol açıyorlar. Acaba karışıklığa yol açacak ‘fok balığı’ diye isimlendirilen başka bir hayvan var mı diye bakındım ama göremedim.

Seni mi seviyorum yoksa seni sevmeyi mi?

Birini görmekle başlayan, tanıdıkça daha çok sevgi duyulan ve hayattaki diğer şeylerin umursanmadığı bir süreç aşk (en azından şu anda işimize gelen tanım bu olsun, zira tanımı değiştirmek teoriyi çökertebilir :)
O kişinin sıcaklığını özlemek, sarılmak istemek, yüzünü seyretmeyi istemek insanin içinde olan bişey. Hissetmek istediği ihtiyaç duyduğu bişey. Bence bu yüzden aşk karşımızdaki insandan oldukça bağımsızdır. Çünkü onu sevmek aslında ihtiyacımız olan ve doyurmak istediğimiz bir histir (veya hisler bütünüdür). Elbette aşkı karşıdaki insandan tamamen ayıramayız. Sonuçta o kişinin davranışları, görünüşü, sözleridir ona aşık olmamıza sebep olan ve herkesten etkilenmeyiz. Ama hislerimiz o kişiye özgü de değil. Her ne kadar insan bazen kendini sevdigi insan için yaratılmış hissetse de (ruh ikizi muhabbeti) aynı hislerin tekrar tekrar başka
insanlara da hissedilebileceğini (hemen hepimiz) biliyoruz. Hatta aynı kişiyi sevmek bile bir zamanlama meselesi. Aklımız başka birindeyken, hayatta bazı dertlerimize yoğunlaşmışken, aşk olmasa da sevgi ihtiyacımızı yakın çevreden karşılayabiliyorken gönlümüzü kaptırmadığımız birine, diğer zamanlarda aşık olabiliyoruz. Aslında biz gönlümüzü kaptırmıyoruz. Gönlümüzü istediğimiz zaman sunuyoruz, muhtelif alıcılardan beğendigimize aşık oluyoruz:)

3 Ocak 2007 Çarşamba

Aşkınızı acılı mı alırdınız?

İnsana yaşadığını hissettiren en önemli duygu aşk desem itiraz eden olur mu? Hayatın tekdüzeliğini bozan, kalbimizin attığını ve damarlarımızdaki kanın aktığını hissettiğimiz, hayvanlardan farkımızı gördüğümüz, gündelik hırsları bıraktığımız, çirkinliklere değil güzelliklere gözümüzü açtığımız zaman dilimidir.

Ama bir de acısı var bu işin, hem de acılısı makbul, çünkü acılısı daha gerçek. Ne zaman olur acı? Aşkımız karşılıksız kaldığında olur mesela, biraz buruk bir acı. Terkedildiğimizde olur mesela, keskin bir acı. Ben bu acılı zamanlarda da aşkın yeşerdiği zaman hissettiğim kadar hissediyorum yaşadığımı. Hüngür hüngür ağladıktan sonra alınan o derin nefes, hayata dışından bakıyormuşum gibi gelen o hafiflik hissi, kontrol edemediğim için hayatımın akışına duyduğum hayranlık. Dinlediğim müzikte, okuduğum kitapta kendimden daha çok parça buluyorum. Bence bu acı iddia edildiği gibi elde edilen mutluluğun karşısında verilen bir bedel ya da sevdiğimiz gülün katlanmak zorunda olduğumuz dikeni değil. Başlı başına aşkın bir parçası. Yemekteki sivri biberi ayıtlarım ama aşkı ayıtlamak istemiyorum.

Bir porsiyon aşk alayım, acılı olsun...

Güneydoğu Anadolu - Nisan 2004

Diyarbakır

Görünen o ki Diyarbakır’da şehir içinde kale surları dışında pek bir görülecek eser yok. Ama o da tek başına bir eser çeşitliliği sunuyor. 5.5 kilometre sur, 82 adet burç, irili ufaklı pek çok kapı. Burçlardaki işlemeler dışarıdan görülecek şekilde yapılmış ancak burçların dışından düzenli yol yok, evler bitişmiş surlara v.b. Yine de büyük oranda surların üzerinden yürünerek gidilebiliyor. Surların bir tarafı şehrin içindeyken bir kısmı da doğaya uzanmış. Eh 5.5 km sur uzunluğu olunca yakışık alan da budur.

Dicle Kapı’dan başımızı uzatıp Dicle’yi hafif yukarıdan seyrettik, önce görüntüyü sindirdik, sonra fotoğraflarımızı çektik. Çevremizdeki insanlara gösterip ‘orda olsaydınız bunu görürdünüz’ demek için çekmedik fotoğrafları, ‘fotoğrafı bile böyle güzel, bir de orda olduğunuzu düşünün’ demek için çektik.

Deliller hanı avlusunda çay içtik. İçeride arasokaklarda bol bol yürüdük. Ulus’a ve Ankara Kalesi’ne çok benziyor. Üç-dört kalem mal satan ufak dükkanlar var.

Harput Kapı’da olduğu söylenen Tavacı Recep Usta kapanmış dediler. Tek Kapı’nın (Dağ kapı ile Urfa Kapı arasında) dışında iki tane ardarda restoran var. Birinin adı kısaca ‘Tavacı’:) diğeri ise ‘Kaburgacı Selim Usta’. İkincisinde yedik ve tabiki kaburga yedik. Kaburga dehşet lezzetli bir olay. Ömrümde o kadar lezzetli et az yemişimdir. Masanın ortasına büyük bir tepsi geldi. Tepsi tabanına pilav döşenmiş üstünde kocaman bir kaburga duruyor. Ula biz bunu nasıl yiyeceğiz derken, garson sanatını icra etmeye başlıyor. Ellerinde çatal-bıçak ile örgü örer gibi bütün kemikleri teker teker ayıklıyor. Havyanın kaburga bölgesinin anatomisini bir veterinerden veya doktordan daha iyi bildiğini düşünüyorum, zira gözü kapalı bile olsa bütün kemikleri eksiksiz olarak ayıtlayabilrmiş gibi bir hali vardı. Bu işlem esnasında çıkardığı ince çatal bıçak sesini de ortama katarsanız bir dans gösterisinde sanabilirsiniz kendinizi.

Yemeğe ek olarak gelen farklı mezeler ve hayvanın çeşitli incelikteki bağırsak parçaları ile yapılmış dolmaların de bu lezzette payı var kuşkusuz. Tabi yerken lezzetin mide bulantısına dönüşmemesi için de kendinizi motive etmelisiniz. Zira en hakiki etobur da olsanız, ‘hayvanın neresini yiyorum acaba şu anda?’ sorusunu kendinize ister istemez soruyorsunuz.

Yemek fiyatları pek düşük değil, ama yöreye özgü yemekler yemek için gözden çıkarılabilecek rakamlar. Gezini devamında da (fiyatlar ve biz) aynen böyle devam ettik.

Diyarbakır’dan araba kiraladık. Kurumlaşmış bir firmadan kiraladık. Sigorta ve diğer prosedürlere dikkat ettik. Belki biraz pahalı oldu ama içimiz rahat etti. Ayrıca arabayı gezinin sonlarına doğru Gaziantep’de bıraktık, tekrar Diyarbakır’a dönmemek de önemli bir rahatlık sağladı.

Araba kiralayarak gezmek seyyah mantalitesinden biraz uzak, ancak avantajları bariz biçimde ortaya çıktı bu etkinlikte ve biz de kiralamayı uygun bulduk.
- Bölgede toplu taşımacılık çok gelişmiş değil, belli yerlere belli saatlerde gidebilmek hareket etmenizi çok kısıtlıyor. Ayrıca, gideceğimiz bazı yerlere çok ücra olmaları nedeniyle turlara katılmak haricinde hiç gidiş imkanı da yok.
- Vaktimiz değerli. Şehirde yaşayıp izin denk getirip gezmeye fırsat bulan kimin değil ki? Henüz yaz gelmediğinden hava erken kararıyor. Dolayısıyla hedeflenen yerleri gezebilmek için mobil olmak çok önemli. Arabayla 5 günde gezeceğimize, arabasız 10 günde gezelim diyemeyiz.
- 4 kişi gezdik, yani araba kiralamanın maddi yükü oldukça hafiflemiş oldu.
- Uzak mesafe ve vakit darlığı nedeniyle kendi arabamızla Güneydoğu’ya gitmek, orada gezip geri dönmek de mümkün değildi.

Hasankeyf

Yolda çok yağmur yağdı, araba ile oluşumuzun bir avantajını da böyle gördük. Hasankeyf’e varınca önce nehir üzerindeki ‘Yolgeçen Hanı’nda çayımızı kahvemizi yudumladık, oyrgunluğumuzu attık. Ardından kaleyi gezdik. Kale tepee olduğundan aynı zamanda Hasankeyf’i yukarıdan seyredip tadını çıkardık. Karanlığa kalmadan Midyat üzerinden Mardin’e geçmek üzere yola çoktık. Gece kalmak isteyenler için bir seçenek Öğretmenevi var.

Hasankeyf'i en iyi fotoğrafları anlatır. Baraj suları altında kalmadan önce gördüğümüze memnunuz sadece...


Mardin

Güneydoğu Anadolu’yu gezmek isteyenlerin aklına gelecek ilk sorulardan biri kuşkusuz ‘terör tehlikesi’. Zamanlama itibariyle biz oldukça sanşlıydık aslında. Terör olaylarının en az yaşandığı dönemde gezdik diyebiliriz. Sonraki yıllarda olaylar tekrar artmaya başladı. Urfa, Antep dolayları sakin ve her zaman da sakin olduğu söylendi bize. Diyarbakır’ın doğusu ve Mardin civarlarında huzursuzluk başlıyor. Her ne kadar pek olay yaşanmasa da gece yolda olunmaması konusunda öğütlendik. Mardin’de de asayişin sıkılığını hissettik. Akşam sekizde birikisi hariç sehirdeki tüm dükkanlar kapalıydı.

Erdoba Evleri’nde kaldık. Fiyat biraz tuzlu ama güzel bir yer, hakediyor. İyi bir restoranı var, akşam orada yedik yöresel yemeklere ağırlık vererek. Onlar da midemize tatlı bir ağırlık verdi elbette. Restoranda içki olmadığından büfeden bira alıp odada tükettik. Büfeyi işletenin ana dili Türkçe değildi. Anladığımız kadarıyla çoğu insanın da öyle. Bize karşı herkes nazikti ama oradayken sanki yabancı bir ülkeye gidilmiş hissine kapılmak ilginç bir tecrübe idi. Okullarda öğretilmiyor bu, coğrafya kitabının arkasındaki haritaya bakınca Türkiye sınırları içerisindeki her yerde benzer insanlar yaşıyor sanıyor insan. Başka dil, başka adetler, başka yaşamlar, ve bütünleşmek sınır çizgisi çekmekle olmuyor.

















Mardin’de evlerin arka sokaklarında dolaştık bol bol. Çocuklar çok güzel. Tepede kale var ama galiba kapalıymış, biz de şansımızı zorlamadık. Yine tepeye doğru Zinciriye Medresesi var. Oldukça güzel, manzarasından da etkilendik. Zaten Mardin bir tepenin yamacına kurulduğundan yukarı tırmandıkça manzara güzelleşiyor. Baktığınızda uçsuz bucaksız ovayı görüyorsunsuz. Renkler ve rüzgar biraz yardımcı olursa aşağınızda uçsuz bucaksız denizin uzandığı hissine de kapılabilirsiniz.

Anacadde (1. cadde :) üzerinde PTT var. Eski güzel bir taş bina, içinde bir avlu var. Öyle bir yerde çalışmanın nasıl olacağını düşündüm bir süre. Bir devlet memuru için daha etkileyici bir çalışma ortamı olabilir mi bilmiyorum. Anacaddenin aşağılarında çarşıda dolaştık ve yine o civarlardaki Ulu Cami’ye gittik.

















Mardin yakınlarındaki Deyrül-Zafaran Manastırı’na gittik. Filmlerde gördüğümüz manastır yaşamının devam ettiği bir yer. Kendi rehberi var, gezdiriyor uygun saatlerde gittiğinizde. Yanlış hatırlamıyorsam Süryani manastırı idi. Süryani çocuklar din ağırlıklı bir eğitimle yetiştiriliyor. Sonradan yurtdışına çıkıyorlarmış ileri eğitim için. Bir kısmı geri dönüyormuş ancak çoğunluğu yurtdışında kalarak manastıra para yardımında bulunuyormuş.

Midyat

Mardin’den biraz daha küçük ve oldukça benzer bir yer. Çarşıdaki ‘gümüş telkari’ kuyumcuları turistikleşmiş. Telkari, çok ince gümüş işleme sanatı, başta takılar olmak üzere çeşitli ev eşyaları ve süslerde kullanılıyor. Bir ‘kültür evi’ yapılmış, konaklama imkanı da mevcut. Rakım olarak biraz yukarıda, manzarası da oldukça güzel. Bizi gezdirmekte ısrarcı olan çocuklara para vermedik, kalem verdik ya da dondurma ısmarladık. Ama turistikleşme ile beraber para istemeyi de öğrenmişler, ama yine de utanıyorlar söylemeye, bir beklentiyle arkadan geliyorlar.

Midyat’ta Deyrül-Umur (diğer adıyla Mor Gabriel) manastırına gittik. Deyrül-Zafaran’dan sonra çok da farklı değil. Deyrül’ün kelime anlamı konak/han gibi bir şey. Mor da aziz anlamında kullanılıyor.

Urfa

Akşam Urfa’ya varıp Gülizar Konukevi’ne yerleştik. Büyük avlulu üç katlı bir konak. Geceleri sıra gecesi düzenleniyor. Konağın ayrı salonlarında aynı anda birden fazla eğlence devam ediyor. Terasta yemek yedik ve biraz uzaktan katılımcıları sadece kadın olan sıra gecesi eğlencesini izledik: saz, söz, oyun, muhabbet.

Gece dışarıda gezmeye çıktık. Urfalı bir tanıdığımız gezdirdi bizi, bir çeşit rehberlik etti, bizim için de büyük şans oldu. Hemşehrileriyle yerel ağızla konuşurken (geliyrem, ediyrem, sen yanlış anladı, gibi) bizimle modern ağız ile konuşuyordu. Balıklıgöl’ü gezdik. Rehber çocuklar var, Balıklıgöl ile ilgili tarihi rivayeti turistlere anlatıyorlar, hem de yabancı dillerin hemen hemen hepsinde anlatabiliyorlar. Sanmayın ki çocuklar bir çok yabancı dil öğrenmiş, sadece hazır metinleri ezbermişler. Bir başlıyorlar, nefes almadan, cümle arası vermeden (ki nerede cümle arası var bilmiyorlar), dua okur gibi hikayeyi anlatıyorlar. Çok lezzetli bir künefe yedikten sonra (yerel rehber sahibi olmanın avantajı :) konağımıza yollanıp yataklarımıza yerleştik.

Ertesi gün çarşıyı gezdik, sarmak için tütün satın aldık, esnaftan birinin ikram etti mırra içtik birer yudum, zaten ağır olduğu için azıcık içilebilen bir kahve türü. Bir çay bahçesinde oturduk. Domino oynanıyor bol miktarda, satranç oynayanlara da rastladık. Ortam çok otantik, bazen bir film çekimi için hazırlanmış dekorun içinde hissediyor insan kendini. Etraftaki insanları uzun uzun inceliyorsunuz, tabi bakıp durduğunuz bıyıklı amcalardan biri dik dik size geri baktığı zaman film setinde olmadığınızı anlıyorsunuz:)



Harran

Sivri kubbeli, kerpiçten(?) yapılma ‘Harran evleri’nin bulunduğu yer Eski Harran diye geçiyor. Çok küçük bir yer, hayatlarını o evlerde sürdürenlerin sayısı da oldukça az. Turistler o tarz evleri gezebilsin diye ‘kültür evi’ yapılmış, evlerin içinde nasıl bir yaşam olduğu sergilenmiş. Bu biraz daha turistik bir kültür evi yalnız, hediyelik eşya satışı, içecek servisi falan var. Harranlılar’ın çoğu ise biriki katlı beton binalarda oturuyor artık: Yeni Harran.

Ardından, ilçenin hemen yakınında, bilinen en eski üniversite olan Harran Üniversitesi’nin ve Haran Kalesi’nin kalıntılarını gezdik. Hava öğlen saatlerinde çok sıcak olduğundan sabah ya da akşamüstü gezmeye dikkat edilmeli.

Nemrut

Kalmayı planladığımız otel, Nemrut Dağı’nın zirvesine 9 km olduğundan arabayla ulaşmak bayağı uzun sürdü. Yol ilginç bir vadiden gidiyor, keyifli bir yolculuktu. Kalacak çeşitli konukevleri ve kampingler var yol üzerinde. Yemeği de otelin kafeteryasında yedik, herkes de öyle yapıyor herhalde, ayrıca restoranlar yok zira.

Zirveye çıkış için minibüsler çalışıyor. Eğer ucuza geliyorsa (grup şeklinde binilebiliyorsa) arabanız olsa bile minibüsü tercih edebilirsiniz, çünkü yol oldukça bozuk. Gündoğumunda zirveye çıkmamız tavsiye edilmişti, manzara çok güzel oluyormuş ancak çok soğuk olduğu konusunda da uyarıldık. O yüzden paşa paşa sabah 10:00’da çıkmaya karar verdik. Yolun ne kadar bozuk olduğunu görünce kararımız daha doğru gelmeye başladı :) Arabayı bıraktıktan sonra bi 20-25 dakika tırmanış ile zirveye/harabelere çıkılıyor. O vakitte gitmiş olmamıza rağmen hava soğuktu, üşüdük. Zaten zirvede kar da vardı. Rakım 2100 metre imiş ne de olsa.

Dönüş yolunda Karakuş Tümülüsü’nü, Cendere Köprüsü’nü ve Arsemia Antik Kenti’ni ziyaret ettik. Daha sonra da Atatürk Barajı’na uğradık. Büyük ve etkileyici bir yapı gerçekten, görülmeye değer. Seyir tepesi yapılmış, bir de anıt var burada baraj inşaatında ölenler için. 30 kişi kadar :(

Birecik

Birecik’e gitmek için Urfa’dan dolaşmak yerine haritada Bozova-Birecik arasında gördüğümüz yoldan gitmeye karar verdik. Haritaya göre az bir kısmı toprak, gerisi asfalt bir yoldu. Asfalt olarak gözüken yol, parçalanmış ve kötü bir yol çıktı. Toprak yollar ise yağış nedeniyle tamamen çamur olmuş, yol demeye şahit isteyecek duruma gelmişti. Çoğu kez daha fazla devam edemeyeceğimizi düşündük, ancak önce içimize sindiremediğimizden sonra da ilerleyen vakit ve havanın kararmaya başlaması nedeniyle dönüş kararı veremedik. Kaybolduk. O anda çıktığımız çok geniş bir otoyol ile yaşadığımız bir anlık sevinç kursağımızda kaldı çünkü kısa süre sonra bu yolun inşaat halindeki Urfa-Antep otoyolunun bir parçası olduğunu anladık. Yolda herhangi bir ışık ve yol işareti olmadığı gibi yolu soracak insan da yoktu. Tüfekli birini gördük ve bir şey sormaya cesaret edemediğimiz gibi korkmaya başladık. Geri dönerek otoyoldan çıktık ve karanlıkta köy yolları arasından giderek en nihayet anayola ulaştık. Rahat bir nefes almak deyimini tam anlamıyla yaşadık. Gece 22:00 gibi varabildiğimiz Birecik’te hiç halimiz kalmadığı için yolüstü moteli olan Mirkelam Tesisleri’nde konaklamaya karar verdik. Ve bu kararımızla, kötü geçen günün gecesini de kötü geçirmeye karar vermiş olduk:)

Sıcak su çalışmadı, çarşaflar lekeli çıktı, moteldeki çalışan tarafından bu durumu değiştirmek için bir çaba da görmedik. Geceyi mola veren otobüslerin kalkış anonslarıyla geçirdik. Ertesi sabah Birecik’te de Öğretmenevi olduğunu öğrenecek ve biraz sabretmeyip hemen motele yerleştiğimiz için kendimize çok kızacaktık.

Halfeti

Halfeti’ye varmak da kolay olmadı. Yollar kısmen bozuk, tabelalar eksik, harita yetersiz v.b. derken nihayet vardık ve Halfeti bize herşeyi unutturdu. Çok güzel bir doğa ve doğal güzelliğe eşlik eden dokunaklı hikayesi. Baraj yapımı nedeniyle nehir sularının yükselmesi (ve göle dönüşmesi) sonucu tarlalarını ve evlerini yitirmiş köylüler. Devletten paralarını alamamışlar ya da geç alabilmişler. Bu nedenle intihar edenler olmuş. Çoğunun tarlalarını kaybedince yapacak işleri kalmamış. Biraz turizm var ama yeni yeni gelişiyor. Gezerken suların şehrin bir kısmını nasıl yuttuğunu görebiliyorsunuz. Yarısı suyun dışında kalmış minare, gömülmüş evler, elektrik direkleri v.b.

Hikayeyi Bumkale’yi görmek için tuttuğumuz tekneciden dinledik. Bumkale dik kayalıkların üzerinde inşa edilmiş, iç kısmı da kayalar oyularak yapılmış bir kale.

Siyah Gül Restoran’da bize şiirlerini okuyan rengarenk güllerini gösteren Hulusi Yazgan’ın muhabbetine doyamadık.















Gaziantep

Gaziantep gerçekten büyükşehir, hem de hiç doğudaki bir şehir gibi değil. Güneydoğu turunun bir ayağı bayram olarak biraz farklı geldi:) 15 km. boyunca uzanan bir parkı varmış, oralılar Avrupa’nın en uzun parkı diye övünüyorlar. Yemeği ise çok methini duyduğumuz İmam Çağdaş’ta yedik. Ali Nazik kebap üzerine özel kare baklava, mideler yine bayram etti. Karadeniz’de herşeyin hamsilisi olduğu gibi, Antep’te de herşeyin fıstıklısı var. Şehir zaten fıstık pazarı gibi, hemen hemen her sokaktan fıstık alabilirsiniz. Sedef işleme dükkanı ziyaret ettik, birkaç parça hediye aldık ve bu zanaat ile ilgili bilgi edindik ustasından.

Sabah katmer yemek üzere bir dükkana gittik. Büyük bir hevesle sofraya oturdum. Şerbetli ve fıstıklı bu meşhur katmerin tadına bakmaya da can atıyordum. Sofraya gelen ilk katmerden biriki ısırık alınca şerbetinin bana ağır geleceğini farkederek ustaya bir sonrakini şerbetsiz istediğimi söyledim. Ancak şerbetsiz olanı da fazla yiyemedim, onun da hamuru ağır geldi, belki az pişmiş olduğundan. Velhasıl, ben Antep katmerine uyum sağlayamadım. Buradakiler her sabah o kadar ağır nasıl yiyebiliyorlar, yedikten sonra nasıl çalışabiliyorlar, ya da çalışabiliyorlar mı merak ettim doğrusu.

Antakya

Arabayı Gaziantep’te bıraktığımızdan Antakya’ya dolmuşla geçtik. Yolculuk dört saat sürdü. Çok ilginç bir şehir, çeşitlilik çok fazla. Bir nevi küçük İstanbul. Çok modern şeyler de var, çok fakir manzaralar da. Şehir içinde Arapça konuşan insan bol miktarda var. Eski evleri, camileri, kiliseleri gezdik.









Antakya Müzesi de gezilmesi şart bir yer. Mozaikler olağanüstü, dünyada 2. imiş o konuda.

Harbiye diye bir semt var, şelalesiyle ünlü. Lezzet etkinliğinin son durağı olarak oraya gittik öğlen yemeği için. Enfes bir doğa, her yerden su akıyor, suların yanına uzatılmış verandalarda yemek yeniyor. Balık ve meze yedik, üzerine bir de künefe çektik, doğadan daha az enfes değildi.

Ankara’ya dönüş için otobüse bineceğimiz otogar ise son gittiğimiz yer oldu. Suriye ve diğer memleketlere giden otobüsler bol miktarda olduğundan tekrar bir ‘Türkiye’de miyiz?’ şoku yaşadık.

Yazı: Yalın Baştanlar
Fotoğraflar: Serdar Soyöz

Güneşi denizde batırdık

Aralık'ın son haftasından beklenmeyecek kadar güzel bir hava,
Tekne yaşamından beklenmeyecek kadar zengin bir sofra,
Yorgunlugumuzdan beklenmeyecek kadar hararetli bir sohbet..

Sarıdan kırmızıya tüm renklerini görerek,
Güneşi denizde batırdık,
Tuttuğumuz balığı pişirdik,
Çeşme kavunlu Denizli yoğurtlu soframıza ekledik,
Geceye baktık,
Karanlığı değil yıldızları gördük..















Fotoğraf: Mustafa Yücel