8 Eylül 2010 Çarşamba

Referandum

Referandum gittikçe yaklaşıyor. Hayır çıkma ihtimali zayıf olmakla beraber, eğer başabaş bir sonuç gelirse ve az farkla Evet önde olursa, 2011 seçimleri için umutlanacağım. Çünkü bu referandumda hayır diyenlere ek olarak evet diyenlerin bir kısmı da genel seçimlerde AKP aleyhinde oy kullanacak. Bu da AKP oy oranının yüzde 30'larda olması demektir. Eger CHP de yüzde 30'larda bir oran tutturabilirse koalisyon hükümetini CHP kurma şansı yakalar.

Özgürlükçü bir insan olmama rağmen neden Hayır diyeceğimi de iki madde ile özetlemek isterim.
1) Evet'çilerin şu anda anlamlı buldukları maddeler zaten muhalefet tarafından olumsuz karşılanmamıştı. Örneğin CHP tarafından sadece Anayasa Mahkemesi ve HSYK maddelerine itiraz gelmişti. Dolayısıyla Evet'e sebep gördülen maddeler için referanduma gerek yoktu. AKP buna rağmen referandumu zorladı ve şimdi itiraz edilmeyen maddeleri kullanarak destek istiyor. Bir de o kadar zaman ve para harcandı. Benim ödediğim vergiler gerekmeyen bir referandum için partilere dağıtıldı.
2) Anlamlı maddelere kanıp da AKP'nin yargıyı tamamı ile ele geçirmesine engel olmak.

Seçim sonuçları (NTV):









6 Mart 2010 Cumartesi

Haberler

Epeyce alıştım artık. Sokağa çıktığımda değişik bi yerdeymiş gibi hissetmiyorum. Otobüsleri yolun doğru tarafında beklemeye başladım. Hatta bisikletli yaşama (o da ters yönden akıyor :) geçmeme az kaldı.

Okulda yoğun çalışıyoruz. Çalıştığımın iki katını çalışsam o kadar iş var, öyle söyliyim. Benden beklentileri de var. Zaten hiç misafirliğe gelmiş gidecek gözüyle bakmıyorlar. Geçen de okul gazetesine haber koymuşlar benim gruba katılmamla ilgili:



















Evde de teyzemle iyi geçiniyoruz. Evrenciğimin bana verdiği pratik tarifleri kullanarak kendime 'decent' yemekler yapıyorum. Hatta bazen okula da götürüyorum öğlen yemeği olarak.




















Oxford'da Harry Potter filminde kullanılan bazı mekanlar var. Onları gezdim. Alttaki 1300'lü yıllarda yapılmış sonra da zamanla genişletilmiş bir kütüphane binasından bir görüntü. Harray Potter'da revir olarak kullanılmış. Asıl eski kitapların olduğu bölümde foto çekmek yasaktı. Hala da İngiltere'nin en büyük kütüphanesi sanırım. İngiltere'de basılan herşeyin bi kopyası buraya geliyormuş muhakkak. Yılda bir milyon item geliyor diye bir laf döndü artık ne kadar doğru bilmiyorum.




















Ve son olarak da Harry Potter'da yemek salonu olarak kullanılan yer, ama cok tanidik gelmeyebilir, cunku modelini yapip uzerinde calismislar, bilgisayar efektleri falan. Ama ilginç olanı buranın halen bir college (yurt okul arası bişey) olması. Burada yaşayıp bu yemekhanede yemek yiyorlar (ziyaretçi saati bittikten sonra yemek saati başlıyor). Yemekte karşılarında 14. yüzyılda o okulda yaşamış ve bimem ne dükü olmuş birinin tablosu. Bizde olsa 'bu okulda okudu Fatih Sultan Mehmet'in sadrazamı oldu' gibi birinin tablosu olabilirdi :)








16 Şubat 2010 Salı

Burda Nerde Yasiyorum?

Oxford'a gelmeden kalacak bi yer ayarlamak mumkun olmamisti. Cunku emlakcilar apartman dairesi benzeri yerler icin 4 ay kontrat yapmiyolardi ve ev/oda ayarlama sitelerinde de dolandiricilar kol gezdiginden birine para gondermek cok riskliydi. Geldigimden itibaren 4-5 gun bir pansiyonda kaldim ve emlakci ve ev sahipleriyle bogustum. Kolay is degilmis. Iyi bir secim yapmaya calismak bir mesele, bir yandan da sinir bozucu. Takim elbise giymis emlakcilar son model Mercedes veya Audiler ile gelip bana gayet sevimsiz, kucuk ve pis odalar gosterip durdular. Boyle bir sekilde teklif edebilmek bile bir yuzsuzluk ister, yuzsuz olmaya mecbur kaliyorlar herhalde, zor is bu emlakcilik, yani en azindan burdakiler icin oyle :) Bir yandan da o sevimsiz odalar tutuluyor, hem de Turkiye’de bir ev kiralanabilecekten daha pahaliya. Adamakilli yerler (studyo veya 1+1) icin ise 4 ay kontrat yapmaya kimse yanasmadi.

Neyse ki bir sekilde hallettim ve emlakcilara para vermeden, hem de emlakcilarin gosterdiginden daha guzel ve daha uygun fiyatli bi yere tasindim. 60-70 yaslarinda bi teyzenin yanina tasindim. Housemate olduk yani teyzeyle :) Teyzem Rus asilli sanatci ruhlu bisey. Disardan bakildiginda daginik gozuken bir evi var (icerden de oyle:) ancak aslinda pek bisey atmaya kiyamayan, herseyi degerlendiren turden bi insan. Evde de eskiyen alet edevati atmaya kiyamadigi icin pek modernize olmamis ev. Mobilyalar, kapilar, banyo musluklari, pencereler kac senelik bilmiyorum. Her yerden de biseyler sallaniyor. Umarim ilerleyen zamanlarda su haberlerde cikan cop evlerden birine donusmez :)


Evin sokağından bir görüntü (solda)


Benim odanin (1.katta) penceresinden arka bahçenin görünüşü (altta)


























Asagida evin icinden görünümler:
























































Ama gosterdigi yasa bakip da evde pinekleyen yasli bir insan sanmayin. Oncelikle calisiyor, Oxford’da Ingiltere’nin en eski kutuphanesinde gezi turlari icin rehberlik yapiyor, ayrica restorasyon isinde calisiyor. Boya yenileme gibi seyleri yapiyor, tarihi eserleri orjinaline uygun, belki eski tekniklerle boyuyor bilmiyorum. Sonracima, hemen her sabah sekizde yuzmeye gidiyor. Araba ve hatta otobus kullanmiyor, bisikletle gidiyor her yere (ki ben bu sogukta cesaret edemiyorum bisikletim oldugu halde). Ve calistigi yer sehir merkezinde, bizim eve uzak sayilir. Yani aslinda takdir edilesi bir hatun, hayatini yapmak istedigi seylerle ve saglikli bir sekilde geciriyor, daha cok para kazanip daha cok para harcamaya odaklanmamis. Tarihi konulara da merakli haliyle, Ingiltere veya Oxford hakkindaki sorularima severek yanit veriyor ve evdeki gezi kitaplarini da kullanabiliyorum :)

Odamdan birkac görüntü:





















Okula da uyum sagladim, hatta biraz siki calisma temposuna bile girmek uzereyim. Doktora ogrencilerinin calistigi buyuk bir ofiste bi masam var. Biraz bing bang theory gibi ortam, kiz falan yok tabi ortamda :) Ya ineklik ya da geyik. Carsamba geceleri de poker gecesi :)

Okula bisikletle gitmeye baslayinca cok super olacak, bakalim.

Ilerleyen zamanlarda Oxford ve Ingiltere uzerine gezi yazilariyla bulusmak uzere...

3 Ocak 2010 Pazar

Kızgınlık üzerine

Uzun süreli blog suskunluğumu bozmama neden olan şey bir kitap. Ama kitabın içeriğine geçmeden önce kitabı okuma nedenine de değinmek istiyorum. Bir süredir psikolojik gelişimim üzerine çaba sarfediyorum. Sevdiklerimle olan iletişimimi kuvvetlendirmek için çıktığım bu yolda dinlemeyi ve anlatmayı becerebilmek, insanın kendini dinlemesi, duygularını anlaması gibi pek çok konuda daha önceki 'mühendis' hayatımda yaşamadığım tecrübeler yaşıyorum. Düz mantıkla geçen o uzun yılların ardından insanın kendini ve başkalarını farklı bir gözlükle incelemesi yeni bir dil öğrenmek gibi.

Kitabımız Leyla Navaro'nun Bir Cadı Masalı adlı kitabı. Bu arada kitabı bana tavsiye ettiği için Mustafa'ya da teşekkürler. Kitap kızgınlık üzerine ve öncelikle kızgınlığın diğer temel duygulardan beslenerek içimizde oluşan bir his olduğunu anlamamız lazım. Eğer birine kızgınsak, ya kırılmışızdır, ya üzülmüşüzdür, ya utanmışızdır, ya kıskanmışızdır, ya engellenmişizdir, ya küçük düşmüşüzdür, ya kaygılıyızdır, ya da anlaşılmadığımız hissine kapılmışızdır. Öfkeyi ise, kızgınlığın birikmiş hali ve kontrolsüz, orantısız bir tepkisi şeklinde tanımlayabiliriz.

Kitabın esas önemi kızgınlık oluşturan durumların cinsiyete göre nasıl değiştiğinin analizi. Ve bir erkek için en vurucu tarafı da erkeklerin pek çok duyguyu ifade etmekten yoksun olduğunu öğrenmek. Bazı ortamlarda 'duygu kabızı' denilen bu durum aslında o duyguları hissetmemek değil, hislerinin farkında olmamak ve bunu aktaramamak sonucu olan bir şey:

"Kültürel baskılar ve eksik (psikolojik) eğitim sonucu, erkekler duygularını kolaylıkla tanımlayıp ifade edemezler, çünkü hislerini tanımlamayı öğrenmemişlerdir. Ayrıca bilseler bile bazı duyguları ifade etmeleri çevreleri tarafından yadırganacak, 'erkeklik'leri sorgulanacaktır. ...
Duygularını dile getiremeyen erkeklerin bu sıkışık durumlarda (üzüldüklerinde, kırıldıklarında, çaresiz hissettiğinde mesela) başvurdukları yollardan biri de kaçıştır. Ya ortadan kaybolarak ya da kendini işine, TVye, gazetelere futbola vererek kaçılır, ya da erkek ortamları olan kahveye, bara gidilir. Veya ilişki içerisinde içe kapanarak, yanındaki insandan uzak durup iletişimi azaltarak yapılır...
Bu davranışlar, çevredekiler, eşi, çocukları tarafından olumsuz bir biçimde algılanır, ilgisizlik, uzaklık, sevilmeme duyguları çağrıştırır. Bunu bir erkeğin eksikliği, öğrenmemişliği, çekingenliği olarak algılamak bir kadın için oldukça zordur...
Duygu yoğunluğuna genelde daha aşina olan kadın, erkekle de aynı düzeyde bir iletişim kuracağını beklerken, erkeğin aniden ortadan kaybolmasına, mesafe koymasına bir anlam veremez, veya verdiği anlam, reddedilmişlik, istenmemek, yalnız bırakılmışlık olur."

Bununla beraber, erkek kızgınlığını ifade etmeyi çok iyi öğrenmiştir, çünkü toplumsal olarak erkeğe yakıştırılan, en azından mazur görülen bir tavırdır. Erkek ifade etmeyi bilmediklerinden yola çıkıp, ifade etmeyi bildiği kızgınlık duygusuna ulaşır. Örneğin:

"Utanç, insanın kendini kötü hissetmesine yol açıp onu zayıf duruma sokar, kızgınlık hiç değilse bedeni seferberlik haline geçirip, güçlü ve iri hissettirir. Bu gibi durumlarda kızgınlık bir süre için de olsa utanma ve bundan duyulan üzüntü duygularını bertaraf eden bir kaçış yoludur."

Gerçekten de dahil olamadığım kız-kıza duygu-yoğun bir muhabbette nasıl da ortamdan kaçıyorum, kırıldığımda nasıl da sessiz kalarak iletişimi azaltıyorum, utandığımda, çaresiz hissettiğimde nasıl da karşı tarafta bazı hatalar arayarak, hatta bazen konuyu saptırarak kızgınlığa yöneliyorum.

Bana doğrudan oturmasa da, aile babalarına oturacak bir çözümleme de şu şekilde:

"Erkek eve geldiğinde kendini acemi, kendisi dışında gelişmiş ve beceriksiz hissettiği bir duygu dünyasının içinde buluverir. Neyi nasıl yapacağını bilemediği, kestiremediği bir dünyadır bu. Olayları kontrol edememekse erkeklik duygularına ters düşmektedir. Bununla başedebilmenin en kolay ve geçerli yolu mesafeli davranmak, TV veya gazeteye sığınmaktır. Nice erkek evde anlayamadıkları, beceremedikleri duygusal durumlar ve dilden kaçabilmek için kendini işine veya daha erkeksi aktivitelere adar. Diğer yandan, duygu faaliyetlerini küçümseyip, alay konusu ederek kendini bunlardan korumuş olur.
Buna karşılık herşeye rağmen ilişkiye girmek zorunda ise, genelde kızıp bağırır ve bu konuda karşı tarafı ürküterek kendini savunmaya alır."

11 Mart 2009 Çarşamba

BARSELONA VE YARATICISI GAUDI


Barselona yaptığım kısa ziyaret sonunda en sevdiğim kentlerden biri oldu. Ocak ayı olmasına rağmen güzel bir havada doyasıya gezdik. Gezerken çok yabancılık çekmediğim bu son derece estetik kentin her köşe bucağında karşıma çıkan heykeller ve mimari harikalar çok heyecan vericiydi.


Barselona'nın plastik sanatla çok kendine özgü bir ilişkisi olan bir kent olduğunu söylemeliyim. Mimari plastik sanatla, kent de mimariyle içiçe. Tarih boyunca çok iyi mimarlar geçmiş bu kentten ama bu mimarların en tanınmışı tarzıyla dikkatleri çeken ve barselonayı barselona yapan Antoni Gaudi.


Gaudi bugün kitaplarda, tüm mimarların en yaratıcısı, tüm katalonyalıların en katalonyalısı olarak tanımlanıyor. Mimarlık eğitimini de Barselona’da alan Gaudi, mezun olurken dahi mi yoksa deli mi diyenleri yıllar sonra eserleriyle haklı çıkarmış ve kendi anavatanını yaratmış denilebilir. Bugün Gaudi’nin eserlerinden sekiz tanesi UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Süsü mimarinin kaynağı olarak kullanan Gaudi’nin taklit edilemeyen tarzı çağının insanı olmadığının göstergesi.


Kaynaklar Gaudi’nin eserlerinde doğadan ilham aldığını gösteriyor. Kendisi de “Atölyemin hemen dışındaki ağaç benim akıl hocam” diyerek bir doğa aşığı olduğunu ortaya koymuştur. Ünlü yapıtı, halen yapımı devam eden, Sagrada Familia’nın kolonlarının ağaç gövdesi formunda olması gibi doğada gördüklerini taşa çevirmiş. Ağaç dalları, bitki yaprakları, hayvan iskeletleri gibi doğal biçimler onun esin kaynağı olmuş.
Barselona’daki bir diğer önemli yapıtı, fantastik Park Güell de doğayı sevdirmek ve kendi sanatını anlatmak için oluşturduğu bir nokta sanki. Mimari ve doğanın içiçe olduğu parkta, sadece mimari öğelerin peyzajla uyumlu olması değil, sanki mimarinin peyzajın içinden gelmiş görüntüsü, Gaudi’nin doğaya ne kadar yakınlaştığını gösteriyor.

Park Güell’in yanısıra kentin içine yayılmış Gaudi’nin eserlerinin çoğunda Güell ismine rastlıyoruz. Güell Pavilyonu, Güell Sarayı, Güell Mahzeni, Güell Türbesi mevcut. Yazılanlardan öğreniyoruz ki, kendisine prestij de kazandıran bu eserleri aslında ailenin oğluyla kurduğu arkadaşlık sayesinde İspanya’nın zengin Güell ailesi yaptırmış.

Gaudi hakkındaki ilginç notlardan bir tanesi de, onun 1908’de NewYork’ta bir otel yapma önerisi için 300m yüksekliğinde bir bina tasarladığı ve o zaman gerçekleşmeyen bu projenin 11 Eylülde yıkılan Dünya Ticaret Merkezi yerine uygulanmasının önerilmesidir.

Barselona çok fazla ve değişik seçenekler sunan bir kent. Miro, Picasso, Dali müzeleri, muhteşem sahili, Corbusier’in elinin değdiği modern kent, katedraliyle Gotik kent, canlı mankenleriyle La Ramblas, tapas restoranları, flamenko gösteri gibi gezilecek yerleri ve yapılacaklar bitmiyor kentte. Fakat ne yaparsanız yapın gördüğünüz her mozaikte Gaudi karşınıza çıkıyor.





















20 Ekim 2008 Pazartesi

Kurban bağışları

Kurban kesme kavramından çok uzaklaşmış olan bizler için, kurban kesmenin ahlaki görevini yerine getirmek yani yardıma ihtiyacı olanlara para yardımı yapmak için alternatifler giderek çoğalıyor. Kurban derilerini Türk Hava Kurumu'na göndermenin :) dışında ilk aklıma gelen 3 alternatif:
1) LÖSEV: Uzun yıllardır aktif zaten. Lösemili çocuklar hastanesi ve halen tamamlanamayan 'lösemili çocuklar kenti' projeleri var.
2) Okula yüz verin: ODTÜ Mezunları Derneği'nin okul yaptırma kampanyası
3) Baba beni okula gönder: Milliyet ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin ortak projesi. Çoğunlukla doğudaki kızların okuması ve ikinci sınıf insan kategorisinden kurtulmalarını sağlamak için sanıyorum. Can Dündar'ın bununla ilgili güncel bir köşe yazısı. Bu bayramda bunu tercih edeceğim sanırım.

Hiçbirini beğenmezseniz Deniz Feneri'ne bağış yapın :)))

16 Eylül 2008 Salı

Oy oranları

Partilerin seçimlerde ne kadar oy alacakları artık ciddi biçimde öngörülebilir oldu, tıpkı genel seçimler öncesi AKP'nin %45 civarında oy alacağının tahmin edilmesi gibi. Bu yüzden ben de bu araştırmalara kulak kabartır oldum. Oy oranlarlarında değişiklikleri izlemek de hoşuma gidiyor. Biraz da taraf tuttuğum bir maç seyreder gibi, AKP'nin oy oranı düştü/düşecek denilince gol atmış gibi seviniyorum :)

Zaman gazetesinden bir haber: partilerin oy oranları. Araştırma yapan özgeçmişi iyi bir şirketin güncel açıklamaları. Zaman gazetesinde olmasına rağmen AKP ile ilgili ciddi şikayetler gözardı edilmemiş. Halkın oyunu neye göre verdiği üzerine yorumlar var. Satırbaşları:
- Hayatında dine önem verenlerin oranı AKP ve CHP'de fazla farklılık göstermiyor. CHP dindar olmayanların partisi değilmiş.
- Halkın yüzde sekseninde oy vermedeki birincil öncelik ekonomik durum, din/laiklik değil. %20 ideolojik oy veriyor.
- AKP, Doğan grubu gibi kavgalara muhtaç çünkü kavga etmezse Türkiye'nin ciddi sorunları, işsizlik, üretim, ekonomi v.b. gündemde olacak ve AKP kaybedecek eleştirilerden.
- Doğan grubuyla olan kavga oy oranlarını pek etkilemez, çünkü insanlar zaten kavgaya kendi taraflarından bakıyorlar.
- Deniz feneri ve diğer yolsuzluk iddiaları sadece küçük miktarda, o da eğitimli ve refah düzeyi yüksek kesimde, etkili olabilir. Bu kesimde oylar AKP'den CHP'ye kayabilir. Maddi durumu iyi olmayanlar zaten kendi ekonomik durumuna göre oy veriyor, yolsuzluk iddialarını umursamıyor. Ecevit çok dürüst olmasına rağmen, bir ekonomik kriz DSP'yi dibe vurdurmuştu.
- Döviz yükselmeye devam ederse, özellikle ekonomik kriz yaşanırsa, AKP ciddi oy kaybeder (%15). Şu anda ekonomi iyi olmasa da devalüasyon gibi olaylar yaşanmadığı için AKP oy oranını koruyabiliyor.
- Yerel seçimler için AKP'nin oy oranı %60 gibi görünüyor. Yerel seçimler, sosyal yardımlaşma ve yerel yönetimle ilgili olduğundan ve AKP de yoksullara yardım ve onlarla iletişim olayını iyi organize ettiğinden yerel seçim puanı daha yüksek. Eğer ekonomik kriz olmazsa yerel seçimlerde AKP 60% alır.
- Mazlum siyaseti (e-muhtıra, kapatma davası v.b.) bi yere kadar etkili olur. Bir yerden sonra halk bunu bir beceriksiklik olarak görür.
- Halkın %37'si 'bu ülkede yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç var' demiş.

Son iki maddeden de yola çıkarak anladığım: AKP kapansaydı, zarar görürdü, beceriksiz olarak görülebilirdi. Tabi bu AKP sonrasındaki yeni oluşumun yapısına da bağlı. Kapansaydı, yenilenmiş bir yapı ile de çıkabilirdi, zorunlu bi revizyon olurdu (Refah'tan AKP'ye geçişteki gibi). Daha da ılımlı islam olurdu :) Kapanmadığı için yeni oluşum yok. Ama halkın yeni oluşum beklentisi devam ediyor, çünkü siyaseti tıkanmış görüyor. Abdüllatif Şener bu boşluğu kendi oluşumuyla doldurabilirse bir sonraki seçimlerde özellikle AKP'den önemli oy çalabilir.

Hadi hayırlı traşlar..

19 Ağustos 2008 Salı

Sağduyu ve Hoşgörü Partisi

diye bi parti kurulsa ne güzel olurdu diye düşündüm. Özellikle siyasetimizin kendi görüşünden olmayanları dinlememek, onlarla uzlaşmamak, onlarla çalışmamak ve güç ele geçirince ezmek üzerine dayandığını hesaba katarsak en önemli ihtiyaçlardan biri bence. Gaza getirme, taraf tutma zihniyetiyle değil de akla ve mantığa uyan (sağduyulu) davranışlar sergilemek.
Can Dündar'dan bir örnek: Gazi Üniversitesi'nde rektör tercihleri

Hasan Pulur'un köşesinden bir yazı. Abdüllatif Şener'in karşıt görüşlü birinden gördüğü hoşgörü ve bu bağlamda karşı taraftan nefret etmeye değil de beraber yaşamaya yönelik dilekler. Herhalde dünya görüşüm uymayacağından Şener'e oy vermem mümkün olmaz, ama keşke bütün AKP'liler Şener gibi olsaydı demekten de kendimi alamıyorum.

Tabi sağduyu bir avuç siyasetçiye değil de topluma girmeli, ki o toplumdan çıkacak siyasetçiler de sağduyulu ve hoşgörülü olsun. Çok alakasız bi bağlantı: english table tennis. Videodaki insanlar ne kadar ingiliz? Ama onları birleştiren ingiliz olmaları değil zaten, masa tenisi oynamak için biryere toplanmış olmaları, her etnik kökenden ve her dinden insanlar var, kimse birbirine böyle bir ayrım yapmıyor. Fransa'da gözlediğim önemli şeylerden biri de bu. Zencisi, arabı, uzakdoğulusu (hatta bazen Türk) bissürü insan var burda, metroda pazarda hayatın içinde. Kimse de ülke elden gidiyor, din elden gidiyor diye sokaklara dökülmüyor.
Belki Türkiye'den bunu beklemek haksızlık olur. İngiltere ve Fransa gibi medeniyetin erken ulaştığı ve çok göçmen alan ülkeler kadar farklılıklara açık olmamız beklenmemeli belki. Ama bir gün böyle manzaralar görmeyi çok isterdim. En azından başörtülü diye veya içki içiyor diye insanlarımız birbirine düşman kesilmeselerdi keşke.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

PARIS Je t’aime




PARIS Je t’aime

Paris şehri ile birlikte kullanılan aşk ve sevgi sözcükleri tarihin romantik havasından olsa gerek diye düşünüyorum. Tarihi binalar, köprüler, saraylar, şatolar, parklar ne kadar ilginizi çekiyor bilmem ama eskiler bir başka güzel diyorsanız Paris hayatınızda göreceğiniz en güzel şehir olacaktır.





Zamanda yolculuk yapmak için geçilen büyülü kapılar gibi Paris sokaklarına adım attığınız andan itibaren değişiyor herşey...O büyülü kapıdan geçtiğiniz andan itibaren içeride ne tarafa gitsem hangisine baksam diyeceğiniz o kadar çok şey var ki ... üstünüzdeki tişört ve şortla “lady”ler “sir”ler, krallar, kraliçelerle aynı bahçelerde yürüyor, aynı meydanlarda dolaşıyor, aynı köprülerden geçiyor, aynı saraya giriyorsunuz.



Etrafınız insan dolu ama kimse birbirinin farkında değil herkes kendi yolculuğunda...Arada bir fast food molası verseniz de yolculuğunuza devam etmeniz için köşeyi dönmeniz yeterli...




Paris hakkında daha önce gördüğüz, duyduğunuz, izlediğiniz yerleri bir daha anlatmaya gerek yok, hiç ilgilenmeyen kişilerin bile Paris dendiğinde söyleyecek birkaç kelimesi varsa bu uğraşıyı kesinlikle hakediyorlar, şehirdeki çok sayıdaki aktivite sizin daha çok etkilenmeniz, öğrenmeniz, bilmeniz için mükemmel şekilde hazırlanmış. En çok sanal rehberlerden etkilendiğimi söylemeliyim, dolaştığınız yerlerde kullandığınız bu cihazlarla gördükleriniz hakkında kulaklıklardan anında bilgi aktarılması söz konusu...


Durup düşündüğümde bu büyülü ortamın oluşmasının tek yönlü olmadığı, etkili tarafların bir araya geldiği açıkça gözüküyor. Bir yanda tarihine saygı gösteren, kültürünü korumaya önem veren bir ülkenin varlığı, diğer yanda kültür çeşitliliğine saygı gösteren, o tarihin de aynı insanlığa ait olduğunun bilincine sahip olan bunun için dünyanın diğer ucundan gelen insanlar...





Parislileri metrolarda, cafelerde, güneşlenirken, bisikletleriyle gözlemliyorum ve böyle bir şehir yaratmanın insanlığa saygı ve insanı mutlu etmekle mümkün olduğunu anlıyorum.




Ve diyeceğim şu ki bence Paris aşıklar şehri değil ama aşık olunacak bir şehir...

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Güzel günler görecek miyiz gerçekten?

Son zamanlarda Türkiye’nin geleceğinden iyice umudu keser oldum. AKP’ye sövmekten biraz at gözlükleriyle bakar olduk belki de. Gerçi benim siyaseti takip etmeye başlamam zaten son yıllarda gelişen bişey olduğu için, ilgilendiğim her dönemde vardı AKP. Şimdi biraz daha derin düşünüp paralelde de bir iki kitap okuyunca farklı şeyler görünmeye başladı.
Türkiye’de benim anladığım ya da gönlümden geçen anlamda sol yok. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü de yok. Bugünün sözde demokrasi savunucularının da bu değerlerle ilgisi yok. Sorun AKP değil bence, sorun insanların kafası. AKP gitsin de isterse yerine Abdüllatif Şener gelsin moduna bile girdik ama nafile. CHP ve MHP’de ve bu partilerin seçmenlerinde de bu değerler yok. Bu değerlerle donatılmış bir eğitim almadık. O yüzden bir tarafı tuttuğumuzda takım tutar gibi tutuyoruz, bir fikri benimsediğimizde karşı fikri öldürmek istercesine savaşıyoruz. Şeriatçıdan darbecisiye doğru uzanan sayı doğrusundan herhangi bir sayı seçin farketmez, herkesin düşünce özgürlüğünden anladığı kendi fikri savunulurken karşı fikirlerin susturulması, herkesin insan haklarından anladığı kendine yakın insanların haklarını savunup diğerlerininkini hiçe saymak. Bunu son zamanlarda AKP ve Ergenekon davasında gördük. Çoğu insan, kendisinin istediği dava için hukukun üstünlüğünü savunup tarafsız olduğunu düşünürken, istemediği dava için hukuku yadırgayıp siyasete alet edildiğini savundu.
Hiçbir partinin iktidarında bişey değişeceğine inancım yok. Bu ülkede egemen olan Türküm Müslümanım anlayışıdır. Belki de normal, sonuçta ülkede Budist Eskimolar yaşamıyor :) ama egemen olanın azınlığı ezmesi ve farklılıkların ortadan kaldırılması anlayışı hep hakim. En ufak bir düşünce özgürlüğü yok, Allah’ın Kızları diye kitap yazan yazara dava açılıyor, Türkiye’deki azınlıkların durumu ve hakları ile ilgili görevi gereği bilimsel rapor hazırlayanlara dava açılıyor. En ufak bir eleştiriye veya karşıt fikre tahammül yok. Raporda bir gözlem belirtildi diye bunu paylaşmak zorunda değilsin, azınlıkları savunan bir öneride bulunuldu diye bunu kabul etmek zorunda da değilsin, zaten yasa koyucuların görevi bu. Dinlemeye tahammül yok, Türklük ve Müslümanlık hakkında biri sevmediğin bişey mi dedi, hemen dava aç ‘belli bir zümreyi aşağılama veya başka bir zümreye karşı tahrik etme ve şiddete sevketme’ suçundan, gücün yetiyorsa hapse sok. Ama ters yönde yasalar bi türlü işlemiyor, köşe yazısında açık şekilde ‘DTP’lileri öldürmek zorunluluktur’ yazan kişi ceza almıyor. Alenen Kürtleri düşman gösteren dergiler yayın hayatlarına devam ediyor. Hrant Dink'in mahkemesinde sanıklar dalga geçiyor mahkeme ile, kimin umrunda Hrant Dink ne Türk ne Müslüman!
Herkes de yaptığını Atatürkçülük adına yapıyor. Kavramın içi oyuldu. Tek korunan Atatürk’ün kendisi kaldı. O da nasıl korunuyor. Canlı yayında Atatürk’ü sevmiyorum diyen türbanlı kız hakkında soruşturma başlatılarak korunuyor. Neden? Sevmediğini hemen sustur anlayışı hakim de ondan. Susturunca ortadan kalkıyor sanki o fikirler. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette o kızın yetişmesine neden olmuşşun, kendinden, verdiğin eğitimden, yapamadığın denetimden utanman lazım, ama ne yap? Hemen sustur. Böyle mi korunuyor Atatürk’ün değerleri…
Anladığım kadarıyla eskiye ve yurtdışına dayanan önemli dinamikler var. Soğuk savaş ile 1945’ten itibaren ‘Allah’sız komunizm’i yenmek üzere ABD tüm ülkelerde siyasal İslam’ı desteklemiş. Türkiye de bundan nasibini almış ve Atatürk’ün Türkiye’si ters yöne gitmeye başlamış. Dini anlayış darbelerle bile desteklenmiş. Ezanın arapçaya çevrilmesi, İmam hatipler, zorunlu din eğitimleri darbelerin sonucu olarak ortaya çıkmış. SSCB’nin yıkılmasından sonra iyice karışıyor işler. Diyeceğim örümcek kafanın kökleri derin, sorun AKP değildir, ağırlıklı seçmenin kafa yapısı, onun seçtiklerinin de kafa yapısı bellidir. Hangi parti gelirse gelsin düşünce özgürlüğü de insan hakları da gelmez buralara…