31 Mart 2008 Pazartesi

Leyleği havada gördüm: İsviçre

Fransa’da ikamet etmenin gezginlik meyvelerini yemeğe başladım. İşte ‘4 günde 4 şehir’ etkinliği ile gezdiğim Grenoble Cenevre Lozan ve Basel’den izlenimlerim. Fotoğraf makinesiz olmaz artık diyerek bi fotoğraf makinesi edindim sonunda ama yola çıkmadan önce elime geçmediğinden toplama fotolarla idare edicez yine. Antika yol arkadaşım Sinan’da da siyah beyaz film takılı bir fotoğraf makinesi vardı, bazı sanatsal denemeler yaptıktan sonra bitirip yeni film alamadığımızdan ondan da pek istifade edemedik.

‘Grenoble zaten oturduğun şehir be adam, bi de gezdik diye onu mu anlatıyorsun’ diyeceksiniz belki ama hakikat o şekilde olmuyor. Mesela sizler oturduğunuz şehri geziyor musunuz, tarihi yerlerine gidip bilgi alıyor musunuz? Müzelerini gezip tepelerine tırmanıyor musunuz? Yapıyorsanız aferin size:) Ben gezmek için birilerinin gelmesini bekliyordum. Nitekim Sinan gelince biraz gezdik. Gece yürürken caddelerde, nehir kenarında lunapark ışıkları gördük ve ışıklara giderek lunaparka ulaştık nitekim. Geceye damgasını vuran lunapark etkinlikleri: hava üfüren masa oyunu, at yarışı oyunu, waffle ve buz devri filmindeki scrat karakterinin oyuncağını almak için yukardan indirilen kepçe elle çalışan makineye, oyuncağın ederinden fazla para atıp da oyuncağı alamamız oldu.







Scrat


Ertesi sabah bizi bekleyen sürpriz kar oldu, geldiğimden beri görmediğim kar yağışı bu seyahatimiz boyunca peşimizi bırakmadı. Şehre en yakın tepede La Bastille denilen vakti zamanında kale-koruma amaçlı yapılmış bir yapı var. Oradan aynı zamanda bütün şehri görmek de mümkün ama yağışlı havada tırmanmak anlamlı olmayacağından, teleferikle çıksak bile bu kar kıyamette şehri seyredemeyeceğimizden vazgeçtik ve müzeye gitmeye karar verdik. Tabi müze bi tane değil burda: tarihi, sanatsal ve doğa konulu olmak üzere üçe ayırabiliriz müzeleri. Doğa müzesini es geçtik. İkinci dünya savaşını konu alan güzel bir savaş müzesi gördük ama onu da sonraya bıraktık ve sanat müzesine gittik :) Tabi bizden bekleneceği şekilde bazı tablolara bakıp ‘bu ne ki bunu ben de yaparım’ şeklinde tepkiler verdik. En anlamadığımız ise adamın birinin kareli defterine çizdiği bir eğriyi tablo olarak niye astıkları idi :) Ama o bir sergi imiş, kalıcı eserlerin olduğu bölüme geçince keyfimiz yerine geldi. Boyu beş metreye varan 500-600 yıllık tablolar ve envai çeşit heykeller enfesti.

Müzeyle ilgili size link de vereyim dedim ama çok anlamlı olmayan ve sadece fransızca sayfalar. Ama Wikipedia Grenoble bağlantısı fena değil. Genel olarak bir şehre gitmeden önce Wikipedia’ya göz atmak yerinde oluyor. Alt kısmında turizm sayfaları da var, oralardan kalacak yer v.b. işlerine girilebiliyor. http://en.wikipedia.org/wiki/Grenoble


İsviçre genel:

Yüzölçümü: 41000 km2, aşağı yukarı Konya kadar.
Nüfusu: 7.5 milyon civarı


















Yerel idare bölgeleri olan kantonlar var (26 taneymiş). Farklı kurallar geçerli olabiliyor kantonlarda. En belirgin farklılık (veya zenginlik diyelim) dil. Dört tane resmi dil var: Almanca Fransızca İtalyanca ve Romanş. Aşağıdaki haritada bu dillerin ağırlıklı konuşulduğu bölgeler var. Ama bu bölgedesiniz, burda bu dil geçer diye bir zorlama yok. Ülke genelinde, paketlerin üzerinde, anonslarda birden fazla dil kullanılıyor. Bunun dışında hemen herkes ingilizce biliyor desek yanlış olmaz herhalde.
























İngilizce kursu ilanı gördük bi tane. İlanda ingilizce öğrenmek ister misiniz demiyordu, Wall Street İngilizcesi öğrenmek ister misiniz diyordu. Yani ingilizce konuşuyorsunuz da doğru mu güzel mi konuşuyorsunuz bakalım diyor. Fransa ile İsviçre arasında belirgin bir fark bu dil konusu. İsviçre’de senelerce kalıp belli bir dil öğrenmeden dönebilirsiz. Sadece ingilizce ile yaşamınız devam eder, ancak Fransa’da uzun süre kalıp da Fransızca öğrenmemek zor. Eğer çokuluslu biryerde çalışıyorsanız benim bulunduğum bir yer gibi, işyerinde ingilizce ile idare edebilirsiniz belki ama sokağa çıktığınızda, otobüse bindiğinizde, ekmek alırken, maça giderken, restoranda ihtiyaç duyar ve zamanla öğrenirsiniz. Zaten anladığım kadarıyla Fransa’da devletten ingilizce eğitimi ile ilgili zorlayıcı bir adım yok. Biz ‘bir lisan bir insan iki lisan iki insan’ sloganıyla büyüdük, özellikle genç nüfus için ingilizce bilmemek bir eksiklik diye düşünerek yaşıyoruz. Adamlar pek oralı değil, daha iyi anlaşabilmek için ingilizce biliyor musunuz diye sorduğumda çok rahat ‘ingilizce bilmiyorum/konuşmuyorum’ diye cevap veriyorlar. Bizde olsa maalesef deriz, üzgünüm deriz, ingilizce bilen birini ararız etrafımızda.

Biraz düşününce anlayışla karşılıyorum. Dünya dili olmayı 60-80 sene önce ingilizceye kaptıran bir millet Fransızlar. (2. Dünya savaşı, süper güç ABD ve yakın zamanda internet). Yani Fransa’nın bir yerinde yabancı biriyle iletişim kurulacaksa neden ingilizce olsun ki, Fransızca da düşünüyor olabilirler(di son yıllara kadar). Çok saçma değil aslında, İngiltere’ye gidince ordaki herhangi birinden Almanca Fransızca Türkçe :) konuşmasını bekliyor muyuz? Dolayısıyla sadece Fransızca ile çok ileriye gidemeyecekleri dünyaya açılamayacakları bilinci fazla gelişmemiş ve yabancı dil bilmemek en azından uluslar arası bir amaç (ithalat, ihracat, bankacılık, turizm v.b.) taşımayan biri için eksiklik olarak görülmüyor. Bu açıdan ingilizceyi daha kolay benimsemiş milletlere göre, misal Hindistan, uluslar arası alanda rekabet sağlayamayacaklardır diye düşünüyorum. Ama sanılmasın ki burda ingilizce bilen yok ya da bilse de konuşan yok, öyle değil. Sonuçta ben büyük bir şehirde bile değilim. Türkiye’de Eskişehir’e gittiğinizde markete girip ingilizce konuşmanız da mümkün değil sonuçta, ama elbette ingilizce bilenler var ve gerekirse de konuşmaktan çekinmiyorlar. Sadece daha gelişmiş bir ülke olduğu için Fransa’da çoğu insan İngilizce biliyordur diye düşünmemek lazım.

Neyse konuyu Fransaya çevirdik yine, İsviçre’den bahsedelim biraz da. Çok uluslu kimlik kendini heryerde belli ediyor. Cenevre’de Lozan’da Basel’de yürürken kendinizi hostelde gibi hissediyorsunuz. Her renk her dil her çeşit. Yaşayanların %50 si kendisini belli bir dine bağlı görüyor. Geri kalanı Tanrının veya bir gücün varlığını kabul etmekle birlikte bir dinin mensubu değiller veya direkt ateistler (nüfusun %10u). Tabi insan düşünmeden edemiyor, bu kadar insanı birarada tutan tek dil tek din yok, nasıl biraradalar, nasıl tek bayrakları var ve bu kadar benimsemiş durumdalar, nasıl İsviçreliyim diyorlar? Sadece refah seviyesinin yüksek olması mı sağlıyor bunu? Doğudaki insanlar geçim derdine oldukları için mi din için etnik köken için birbirlerini öldürüyorlar? Biraz garip değil mi, yaşam derdine olan insanların daha canla başla işlerine sarılıp hepberaber olup kalkınmak için uğraşmaları gerekmez miydi? Refah seviyesi yüksek ülkelerde bu kavramların kavga sebebi olması gerekmez miydi? Türkiye’de insanlar neden ‘sen din düşmanısın sen şeriatçısın’ ‘sen milliyetçisin sen vatan hainisin’ diye birbirlerine giriyorlar? Neden gelecek için hepberaber çalışamıyorlar? İstedikleri gelecek farklı olduğu için mi? İsviçre’de politikayı kendi çıkarlarına alet eden yok mu? İsviçre’de kadrolaşma yok mu?

Evet konu bi türlü gezdiğimiz şehirlere gelmedi :) Normal aslında çünkü gezerken de gezdiğiniz gördüğünüz güzelliklerin yanısıra bunları düşünüp duruyorsunuz.


Cenevre

Fransızcada ve İngilizcede Geneve diye yazılıp Cenev/Cenive diye okunuyor. İtalya’daki Genoa diye yazılıp, Cenova diye okunan yerle karıştırmamak gerekir :)

Fevkalade çokuluslu bi yer, pek çok uluslar arası örgütün merkezi burda. (ör: WHO World Health Org. ILO: International Labour Org.). Yalnız belki de bu yüzden ben çok sevemedim. Sanki hep dünya bişeyinin merkezinde gibi hissettiriyor. Finansal kuruluşlar, organizasyonlar falan. İnsanlar şık, herkes ingilizce konuşuyor. Sanki bir ülkeyi gezer gibi değil de, tüm dünyaya ait biyeri gezer gibi. Şu ana kadar gezdiklerim arasında bana en çok bunu hissettiren yerdi. İngiltere ve Amerika’ya gitmedim, belki orlarda da benzer bir his olur.

Bi de çok sayıda köpeği olan ve onunla gezen insan var. Köpek dediysek tabi bizdeki köpekler gibi değil, süs köpeği gibi. Pıtı pıtı yürüyorlar. İnsanlar giyecek dükkanlarına restoranlara falan hep köpekleriyle girip çıkıyorlar. Üzerine basmayayaım diye dikkat etmek gerekiyor :) Sanki biraz takı amaçlı kullanıyorlar gibi geldi bana. ‘Benim de köpeğim bu. Güzel köpek değil mi?’ der gibi.

Cenevre gölü veya diğer adıyla Leman Gölü’nün güneybatı ucunda. Bu gölün bir nehre (Ron nehri) bağlandığı noktada. Şehir merkezi düz ama arkalar biraz yokuş, bu yokuş meselesine yine geleceğim. Göl kenarına marinanın açığına bir su fıskiyesi yapmışlar, her kartpostalda bu fıskiyenin resmi var. Bayağ büyük ihtişamlı. Melih Gökçek her köşe başına bi fıskiye yapacağına büyük göz alıcı bişey yapaymış, en azından bi ikon olumuş, bi faydası dokunurmuş.





































İnsanlar fıskiyenin yakınına gidip ıslanmayı da seviyorlar galiba, tabi güzel havalarda. Biz gittiğimizde hava bayağı soğuktu, aşağıdaki resimler belki bi fikir verir.
















Şaka tabi. Bu kadar değildi, ama bazı kışlar oluyormuş böyle, fırtına çıktığında, göl suyu tatlı olduğundan sıçradığı yerlerde donuyor.

Fondü yedik bir de. Duymamış olanlar için, altı hafif ateşte bir kap geliyor önünüze, içinde erimiş peynir. Ekmek de yanında. Ekmeği bandıra bandıra yiyorsunuz. Yalnız porsiyon büyüktü. Bırakmayalım diye abanınca ağır geldi. Midemde peynir kalıbı taşıyormuş gibi hissettim bi süre.
Bir de İsviçre çakısı alayım dedim, Victorinox. Önce kazık yemiyim diye biriki dükkana bakayım dedim ama gerek yokmuş. Sabit fiyat, Algida dondurma satar gibi her dükkanda aynı çakılar aynı fiyata.


Lozan

Lozan’ı daha çok beğendim. Yalnız yokuş. Avrupa şehirlerinde şehrin içinde yokuş görmek nadir bir olayken, burda bütün şehri yokuş görünce afalladım. Bisikletli bir yaşama uygun değil ama metro ve toplu taşım elbette gelişmiş durumda. Hoş bir dokusu var şehrin, yaşanılası.

Aşağıdaki resimde şehrin tepesindeki katedral var, tabiki Notre Dame katedrali. Buralarda şehrin en büyük katedrali o şehrin Notre Dame’ı oluyor, kural bu benim anladığım :) Geceleyin dolu yağarken bu katedrale tırmanıp şehri seyrettik.












































Yine başka bir fiyakalı bina. Halen de resmi işler için kullanılıyor olabilir. Burada eski binaların restorasyonunu yaparken bazen neredeyse baştan sona eski haline göre tekrar yapıyorlar. Sadece dört duvarı kalmış, veya bir kulesi kalıp gerisi yıkılmış binaları eskisi görünümde baştan yapmışlar. Eski ve yeni resimleri görünce şaşırıp kaldım.




















Bir de köprüler. Yüksek köprüler, aşağısından da nehir değil başka caddeler geçiyor.

Hostelde kaldık. Çok temiz bir hosteldi, otel gibiydi hatta. 36 isviçre frangı kişi başı. Bir frank şu anda 1.3 YTL civarı. Fransaya göre biraz daha pahalıydı sanki İsviçre ama maaşlar da ona göre biraz fazla olsa gerek. Euro kullanmıyor İsviçre. AB’ye girme taraftarı vatandaşları olsa da henüz azılıktalar, o yüzden yakın bir tarihte beklenmiyor. Ama bu sene sonbaharda schengen’e dahil olacakmış, yani ayrıca isviçre vizesi almak gerekmeyecek. Almanya Fransa veya İtalya’nın yakın bir yerine gidilirse kolayca gidilip gezilebilir.






Biz gittiğimizde etrafta çok insan yoktu, hem soğuk hem de turist yok. Yazın bayağı şenleniyor sanırım ortalık.







Olimpiyat müzesine gittik. Olimpiyatlarla ilgili merak edip edebileceğiniz herşey var. Uluslararası olimpiyat komitesi de Lozan'da sanırım, o yüzden müzeyi buraya yapmışlar. Tabi burda da neden İstanbul alamadı olimpiyatları diye düşünüp durduk ama o konuya girmeyeceğim artık.








Olimpiyat Müzesi bahçesinden








Basel

Çok kısa görmüş olmama rağmen Basel’i de anlatmaya çalışayım. Ne de olsa Sinan’ın şehri, yer verelim blogumuzda. Coğrafi konumu çok ilginç. Almanya Fransa ve İsviçre sınırlarının kesiştiği yerde. Yani şehir merkezinden çıkıp bi tarafa gittiğinizde Almanya’da başka bi tarafa gittiğinizde Fransa’da oluyorsunuz. Tabi arada duvarlar, dikenli teller ve mayın tarlaları yok :)

Basel, Ren nehrinin üzerine kurulmuş. Nehir bir süre İsviçre Almanya sınırı çizdikten sonra, Basel’den kuzeye dönüp Fransa Almanya sınırı çizmeye başlıyor. Geniş bir nehir, o yüzden Basel’de kimisi eski kimisi yeni uzun köprüler var.























Şehir merkezinde Pazar kurulan bir meydan ve hala resmi amaçla kullanılan çok eski tarz binalar var. Bi de dolanan yeşil tramwaylar. Düz olması, tramwaylı olması ve öğrencisi bol olması açısından oldukça Grenoble’a benziyor aslında.

Karnaval oluyormuş Basel’de. Ben denk gelmedim, Paskalya tatilinde gittim, Paskalya’dan 40 gün önce imiş. 3 gün boyunca sabaha karşı dörtte insanlar sokaklara dökülüp konfetiler fırlatıp eğleniyorlarmış.

Bir de küçük havuz var şehir merkezinde, fıskiyeli. Ama fıskiyeleri mekanik aletler olarak yapmışlar. Mekanizmalar var çarklar dönüyor, pistonlar çalışıyor birbirinden değişik aletler suyu fışkırtıyorlar, çok eğlenceli geldi. Melih Gökçek’e bi daha söylendim doğal olarak.


16 Mart 2008 Pazar

Alışma süreci devam ediyor

Gün başına düşen yaşanan şaşkınlık sayısı azalmakla beraber değişik şeyler olmaya devam ediyor ve giderek alışıyorum.
- Evde 4 kişi kalıyor ama çoğu zaman 2-3 kişiyiz. Fransız elemanı pek görmüyorum, sık sık başka yerde kalıyor ve de sabahları geç çıkıyor sanırım. Tunuslu paso evde film-dizi izliyor. Pek sosyalleşemedik kendisiyle. Pek ingilizce konuşamıyor, benim fransızcam da yetmeyince daha evvel tarzanca dedigim dil devreye giriyor, o dilde de muhabbet edilmiyor, konuşulması gerekenler konuşuluyor sadece. Bi de domuz eti yediğimi öğrenince biraz soğumuş olabilir benden :) Ingiliz eleman sevimli, universitede ogrenci zaten, pozitif biri. Arada bir arkadaşları geliyor, şamata yapıp ses çıkarıyorlar ama çok değil, haftada 1 veya 2 akşam. Benimle çok yavaş fransızca konuşuyor öğreneyim diye, kendisi de eylülde gelmiş, geldiği zaman benim gibi konuşuyormuş burda toparlamış. Tabi benim toparlamam zor, işyerinde ingilizce konuşuyorum evde de günde 8-10 cümle falan, sokakta da pek gerekmiyor. Olduğu kadar artık.
- Evde hatun olmaması iyi değilmiş, kimse temizlik yapmıyor :) Haftasonu mutfakta yerleri sildim, bi de mutfağa bağlı cam balkon vardı, hiç el değmediğinden gayet pisti, örümcek ağları, araba yedek lastikleri falan, orayı toparladım, temizledim. Güzel oldu, manzaraya (karlı dağlar) karşı oturup bilgisayar başında olabiliyorum. Diğerleri pek ilgilenmedi, temizlenince ilgilenirler mi bilmiyorum ama gayet efektif kullanmaya niyetliyim.
- Teknede hatun uğursuzluk getirir derler eski denizciler. Bilmem niye demişler. Hatununa bağlı tabi. Ben de analoji yaparaktan, evde hatun temizlik getirir diyebilir miyim acaba, tabi hatununa bağlı. İnsana kendi pisliği pek dokunmuyor da başkasınınkini temizlenmemiş görünce çok batıyor. Banyoda başkasının kılını, lavaboda başkasının sakalını, mutfakta başkasının yıkamadan ortada bıraktığı tabağı çatalı. Yaş ilerleyip maddi durum da iyileşince herkes yalnız evi tercih ediyor. Özellikle burda maddi durum önemli. Ben bir oda için 350 Euro veriyorum. Evde 4 oda var düşünün. Tek kişilik, stüdyo gibi veya bir oda bi salon gibi yer tutarsam da 450-500 euro civarı. Dolayısıyla geliri 1000 euronun altında olan birinin düşünemeyeceği bir seçenek. Ben biraz da iş yerinde sosyalleşemezsem evdekilerle takılırım diye tercih etmiştim ama gerek yokmuş, iştekiler kafa elemanlar ve evde pek hayat yok.
- İş süper, akademik amaçlarım açısından da işler yoluna girdi, artık verimli ilerleyebileceğimi umuyorum. Elemanları sorarsanız, doktora öğrencileri ve postdoclardan oluşan süpermultinasyonel bir ortam var. Öyleki bazen öğle yemeğinde 20 kişilik masaya oturuyoruz ve aynı milletten kimse olmuyor. Beraber dışarı çıkmaya veya spor yapamaya da başladık gibi. Bundan sonrası daha rahat geçer diye düşünüyorum.
- İki tane hoca var bizim grupta. Zaten ders verilen bir okul değil, araştırma enstitüsü. O yüzden hoca dediğimiz doktora öğrencilerine supervisor’luk yapan kişiler. Hiç gergin bir ortam yok, bizdeki gibi hocalar asistanların tepesine dikilip sıkboğaz etmiyorlar, ama herkes görevini yapıyor sanki. Demek ki zorunluluk başka bir şekilde geliyor. Eğer işlerini iyi yapmazlarsa uzun vadede görevlerine son veriliyordur belki. Çünkü bizdeki gibi bi kere devlet memuru oldun mu işten çıkarılmaman veya öğrenciliğin süresince (6-7 yıl) işini iyi yapmasan da asistan kalman mümkün olmayabilir.
- Havalar iyileşti, bisiklet aldım. Hep özendiğim ama Ankara’da yapamadığım (çünkü mümkün değil) bisikletli yaşamı, iş yerine bisikletle gidip gelmeyi mesela burda yapabilecek miyim?

İsviçre izlenimleri.. pek yakında..

7 Mart 2008 Cuma

Fransa Macerası : Başlangıç

1 Mart gecesinden itibaren Fransa-Grenoble’dayım. Yavaş yavaş alışmaya başladım. Onu da şuradan anlıyorum, şu ana kadar herşey harala gürele gitti. Yapılması gereken acil şeyler vardı, onları temizlemeye çalışıyordum elimden geldiğince, artık biraz rahatladım. Hala yapılacak işler var ama takvime oturtup rahat rahat yapabileceğim.
Bir haftada düzen anca oturuyor diyebiliriz.
- Eve alış, ev sahibi ile kontrat yap, ilk alışverişleri yap, ilk yemeği yap ve en nihayet ilk Türk kahvesini yap:) ev tamam.
- Ofise gidiş için ulaşımı öğren, ofis anahtarını edin, bilgisayarı kur, manyetik kart ve yemekhane kartı al, çalışma gurubundaki elemanlarla tanış, hoca ile konuş ve kabataslak bir plan yap.
- Şehre alış, evden gidiş gelişi öğren, aylık ulaşım kartı al, gerekli/önemli yerlerin adreslerini al, resim dairelere bırakman gereken evrakları toparla teslim et, harita edin.
- En etkileyicisi de bünyenin alışması. Duygusal ve zihinsel olarak artık ayrı bir ülkede olmanın kanıksanması diyelim. İlk gün biraz afallamıştım. Geliş yolculuğu sırasında olaylar hızlı gelişiyor ve hata yapmıyım diye sürekli yolculuk detaylarına dikkat ediyordum. Gün sonlanıp da kendimi yeni yatağıma bıraktığım anda yolculuk bitmis oldu ve gerisini düşünmeye başladım. Farklı bir ülkede farklı bir yaşam süreceğimi idrak ettim. Hem üzüldüm Türkiye’de bıraktıklarım için, hem de heyecanlandım yaşayacaklarım için. Zihinsel olarak da ilk gün acayipti, Türkçe kitap okurken veya Türkiye’de baktığım web sayfalarına bakarken kendimin Türkiye’de olduğunu sanıp, kafamı kaldırınca başka bir ülkede olduğumu sanıyorum.

Odam 11-12 m2 kadar, temel eşyalar var sadece: yatak, gardrop, masa, kitaplık, etajer. Yastık çarşaf bile yok. Bildiğimden çarşaf nevresim yastık getirmiştim (tabi bi de uyku tulumu:), burdan da bi battaniye ayarladım.































Bu da ben, mikrofonlu kulaklığım ile beraber. VOIPRaider sağolsun, Türkiye ile bedava konuşuyorum internet üzerinden.


Evde salon yok, banyo ve mutfak ortak. Mutfak tek sosyalleşme alanı. Dört kişiyiz: Wajdi (Tunuslu), Ian (İngiliz), Francis (zenci Fransız:) Ian’la rahat ingilizce konuşabiliyorum, diğerleriyle ingilizce fransızca arası bir tarzanca idare ediyorum, zaten çok muhabbet olmuyor. Ian da, ben Fransızca başlarsam konuşmaya Fransızca cevap veriyor. Tabi ben onun cevabını anlamıyorum hemen ama alıştı sağolsun artık yavaş konuşuyor benimle kelimeleri tane tane sarfediyor.

Grenoble çok büyük bi şehir değil ama kendi vilayetinin başkenti sanıyorum. 160000 nüfusu varmış, bunun 60000’i öğrenci. Yani bizim Eskişehir gibi. Şehrin düz olması ve geniş bi tramway ağı olması da Eskişehir’e benziyor. Yukardan uçak geçip durmuyor yalnız Eskişehir’deki gibi :)
















Çoğu Avrupa şehri gibi merkezinden bi nehir geçiyor. Nehrin üzerinde kimi güzel kimi sıradan köprüler var. Şehre en yakın tepede eski bir tapı var dini anlamı olan, manastır gibi bişey olabilir, daha gitmedim. Oraya teleferik çıkıyor. İzmir’de de bir tepeye teleferik çıkıyor da onun gibi. O tepen şehir ayaklarınızın altında.





















Şehrin etrafı dağlarla çevrili fotoğraflardan da gözlemleyebileceğiz gibi, hemen hepsinde de kayak merkezi var, yani yüksekler. Çanak gibi bi coğrafyanın çukur yerinde kalıyor şehir. Hava bazen sıcak bazen soğuk, Ankara gibi. Çoğu zaman rüzgar var yalnız, düzenli bir şiddette uzun süre esebiliyor, şehrin düz olmasından kaynaklı olabilir. Bizim paraşüt uçurtma burda olsaydı iyi uçurulurdu.

Alışveriş de eğlenceli geçti şimdiye kadar. Alışana kadar eğlendirir herhalde. Değişik şeyler satılıyor (mesela sümüklüböcek:), inceliyorum markette. Bize göre bazı şeyler çok pahalı (bizim peynir ve zeytin) ama bizde pahalı bazı şeyler de makul fiyatlı (diğer peynirler ve muz). Genel olarak fiyatlar 1.5 katı diyebiliriz, veya belki YTL yerine Euro koyarak orantılanabilir.

Çalıştığım yer INRIA şehrin biraz dışında. Bir teknoparkın içindeki binalardan birisi, ama en fiyakalısı, çok ‘contemporary art’ bir bina. İlk gün girerken çok heyecanlandım, Microsoft’a girer gibi hissettim kendimi. Bi de ilk gün mail accountu açtılar bana: yalin.bastanlar@inrialpes.fr çok hoşuma gitti, kendimi bişey sandım.


















INRIA binası


Buradaki elemanlar teknik açıdan çok sıkı. Kendi alanlarında önemli makalelerin veya kitapların sahibi insanlar var. Yürürken koridorda karşılaştığınız insanların böyle kişiler olduğunu düşünmek heyecan verici. Doc ve PostDoc’lar da canavar. Benim için çok zorlayıcı bir ortam.

Kendimi geliştirebileceğim pek çok alan var.
- Kendimi araştırmaya verebilirim. Olabildiğince doktora tezini oluşturmaya çalışabilirim. Bunun yanında aynı alanda çalışan diğerlerinin çalışmalarıyla da ilgilenip, destek verip, sonrası için de beraber çalışılabilecek ortaklıklar kurabilirm.
- Fransızcamı geliştirmek için çok çaba sarfedebilirim. Hergün belirli bir miktarda egzersiz yapabilirim, ya da haftada biriki gün olan bir kursa gidebilirim. Olabildiğince Fransızca konuşmaya çalışabilirim.
- Etrafı iyice gezebilirim. Çevre şehirleri, kuzey Fransa, Isvicre, Italya, Monaco diye, her tatil olasılığı değerlendirip hatta bazı haftasonları da kaçıp dolaşabilirim.Tek sorun (tabi ona sorun denirse:) burada bir trade-off var. Yani herhangi birine çok vakit harcamam o açıdan kendimi bayağı geliştirmeme sebep olurken diğerlerine ayırdığım vakti azaltacak. Yani buradan hem akademik açıdan her amaca ulaşmış, hem şakır şakır Fransızca konuşan hem de her yeri gezip tozmuş biri olarak dönemem. Kendime uygun bir denge kurmaya mecburum. Bu açıdan değişik bir macera, çok kısa süreli konferans ziyaretlerine göre veya çok uzun süreli kalışlara göre farklı bir durum. Bakalım ne yapacağım..

3 Mart 2008 Pazartesi

Sadun Boro Bursa'yı onurlandırmış

Bana e-posta ile gelen haberi aşağıda veriyorum. Yine çok özlü sözler sarfetmiş Sadun Baba.

-----

Bursa Yelken Kulübü’nün geleneksel Şubat Balosu, Büyük Yıldız Otel’de gerçekleşti.
Balonun bu yılki onur konuğu, 1965-1968 yılları arasında, Kısmet adlı 10,5 metrelik Türk bayraklı kotrasıyla dünyayı dolaşan, ardından çok kereler okyanuslarda yelken açan, büyük Türk denizcisi Sadun Boro oldu.

Balonun açılışında konuşan Bursa Yelken Kulübü Dr.Sürel Solakozlu, kulübün son dönem çalışmaları hakkında bilgi verdi. Amatör denizciliğin geliştirilmesi için Bursa Yelken Kulübü’nün yaptığı çalışmaları aktaran Solakozlu, 22 Mart’ta, BUSİAD toplantı salonunda yapılacak, “Amatör Denizcilik: Sorunlar ve Çözüm Önerileri” konulu panele de tüm denizseverleri davet etti.

Katılımın oldukça yüksek olduğu gecede söz alan onur konuğu Sadun Boro da, konuklara,
geçmiş dönem uzun okyanus seyahatleri ile günümüz teknolojisi ile gerçekleşen modern seyahatler arasında karşılaştırma yaptı.

Kendi dünya seyahati sırasında, sekstantla mevkii belirleyerek, haritada bir iğne başı kadar görünen bir adaya rota tuttuklarını, bunun ne kadar heyecan verici olduğunu anlatan Boro, günümüzde gelişen elektronik seyir yardımcıları sayesinde, artık her yere seyrin çok kolay hale geldiğini, bunun kötü bir şey olmamakla beraber, işin heyecanını da azalttığını söyledi. Yine de herkese, her fırsatta denize çıkmalarını öneren Boro, “Doğadan zevk almak gerek. Pek çok insanın 5 duyusu vardır. Çok az insanın altıncı duyusu vardır, o da doğadan zevk almaktır.
İster deniz, ister dağ, isterse orman… Doğadan zevk almak, onu korumak, çok az insana nasip olmuştur. Siz burada olduğunuza göre, bu duyunuz yerinde demektir. Bunun kıymetini bilin ama değerlendirin de” dedi.

Tüm dünyayı denizden dolaşmış biri olarak, yeryüzünün en güzel sahillerinin, deniz turizmine en uygun yerlerin Türkiye’de olduğunu belirten usta denizci, “Ne yazık ki bu güzel ülkeyi korumak, o güzelim sahillerin değerini bilmek için hiçbir şey yapmıyor, tam tersine, kirletmek, betonlaştırmak, mahvetmek için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz” diye konuştu.
Boro, Türkiye sularının Türkçe tek rehber kitabı olan Vira Demir’in yeni baskısı için, körfezimizdeki limanları da tek tek dolaşarak son halleri ile ilgili bilgi aldı ve yeni fotoğraflarını çekti.