21 Temmuz 2008 Pazartesi

Güzel günler görecek miyiz gerçekten?

Son zamanlarda Türkiye’nin geleceğinden iyice umudu keser oldum. AKP’ye sövmekten biraz at gözlükleriyle bakar olduk belki de. Gerçi benim siyaseti takip etmeye başlamam zaten son yıllarda gelişen bişey olduğu için, ilgilendiğim her dönemde vardı AKP. Şimdi biraz daha derin düşünüp paralelde de bir iki kitap okuyunca farklı şeyler görünmeye başladı.
Türkiye’de benim anladığım ya da gönlümden geçen anlamda sol yok. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü de yok. Bugünün sözde demokrasi savunucularının da bu değerlerle ilgisi yok. Sorun AKP değil bence, sorun insanların kafası. AKP gitsin de isterse yerine Abdüllatif Şener gelsin moduna bile girdik ama nafile. CHP ve MHP’de ve bu partilerin seçmenlerinde de bu değerler yok. Bu değerlerle donatılmış bir eğitim almadık. O yüzden bir tarafı tuttuğumuzda takım tutar gibi tutuyoruz, bir fikri benimsediğimizde karşı fikri öldürmek istercesine savaşıyoruz. Şeriatçıdan darbecisiye doğru uzanan sayı doğrusundan herhangi bir sayı seçin farketmez, herkesin düşünce özgürlüğünden anladığı kendi fikri savunulurken karşı fikirlerin susturulması, herkesin insan haklarından anladığı kendine yakın insanların haklarını savunup diğerlerininkini hiçe saymak. Bunu son zamanlarda AKP ve Ergenekon davasında gördük. Çoğu insan, kendisinin istediği dava için hukukun üstünlüğünü savunup tarafsız olduğunu düşünürken, istemediği dava için hukuku yadırgayıp siyasete alet edildiğini savundu.
Hiçbir partinin iktidarında bişey değişeceğine inancım yok. Bu ülkede egemen olan Türküm Müslümanım anlayışıdır. Belki de normal, sonuçta ülkede Budist Eskimolar yaşamıyor :) ama egemen olanın azınlığı ezmesi ve farklılıkların ortadan kaldırılması anlayışı hep hakim. En ufak bir düşünce özgürlüğü yok, Allah’ın Kızları diye kitap yazan yazara dava açılıyor, Türkiye’deki azınlıkların durumu ve hakları ile ilgili görevi gereği bilimsel rapor hazırlayanlara dava açılıyor. En ufak bir eleştiriye veya karşıt fikre tahammül yok. Raporda bir gözlem belirtildi diye bunu paylaşmak zorunda değilsin, azınlıkları savunan bir öneride bulunuldu diye bunu kabul etmek zorunda da değilsin, zaten yasa koyucuların görevi bu. Dinlemeye tahammül yok, Türklük ve Müslümanlık hakkında biri sevmediğin bişey mi dedi, hemen dava aç ‘belli bir zümreyi aşağılama veya başka bir zümreye karşı tahrik etme ve şiddete sevketme’ suçundan, gücün yetiyorsa hapse sok. Ama ters yönde yasalar bi türlü işlemiyor, köşe yazısında açık şekilde ‘DTP’lileri öldürmek zorunluluktur’ yazan kişi ceza almıyor. Alenen Kürtleri düşman gösteren dergiler yayın hayatlarına devam ediyor. Hrant Dink'in mahkemesinde sanıklar dalga geçiyor mahkeme ile, kimin umrunda Hrant Dink ne Türk ne Müslüman!
Herkes de yaptığını Atatürkçülük adına yapıyor. Kavramın içi oyuldu. Tek korunan Atatürk’ün kendisi kaldı. O da nasıl korunuyor. Canlı yayında Atatürk’ü sevmiyorum diyen türbanlı kız hakkında soruşturma başlatılarak korunuyor. Neden? Sevmediğini hemen sustur anlayışı hakim de ondan. Susturunca ortadan kalkıyor sanki o fikirler. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette o kızın yetişmesine neden olmuşşun, kendinden, verdiğin eğitimden, yapamadığın denetimden utanman lazım, ama ne yap? Hemen sustur. Böyle mi korunuyor Atatürk’ün değerleri…
Anladığım kadarıyla eskiye ve yurtdışına dayanan önemli dinamikler var. Soğuk savaş ile 1945’ten itibaren ‘Allah’sız komunizm’i yenmek üzere ABD tüm ülkelerde siyasal İslam’ı desteklemiş. Türkiye de bundan nasibini almış ve Atatürk’ün Türkiye’si ters yöne gitmeye başlamış. Dini anlayış darbelerle bile desteklenmiş. Ezanın arapçaya çevrilmesi, İmam hatipler, zorunlu din eğitimleri darbelerin sonucu olarak ortaya çıkmış. SSCB’nin yıkılmasından sonra iyice karışıyor işler. Diyeceğim örümcek kafanın kökleri derin, sorun AKP değildir, ağırlıklı seçmenin kafa yapısı, onun seçtiklerinin de kafa yapısı bellidir. Hangi parti gelirse gelsin düşünce özgürlüğü de insan hakları da gelmez buralara…

6 Temmuz 2008 Pazar

Budapeşte

Masallar Şehri’nde 6 gün. Aslında bu Viyana’nın lakabı galiba ama ödünç alalım şimdilik. Tarihi doku denilen şeyin anlamını kavradım: birkaç yüzyıl önce inşa edilmiş binaların arasında yürürken o zamanlardaki yaşamı, şehri, insanları düşünmeden edemiyorsunuz.

Bildiğiniz gibi akrabalığımız da var biraz Macarlarla. Kendileri de Orta Asya’dan ama Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupaya göçmüş olup milattan sonra 400 yıllarında Attila’nın hükümdarlığı altında ilkokulda Batı Hun İmparatorluğu diye öğrendiğimiz medeniyeti oluşturmuşlar. Sonra Moğol istilası, Osmanlı işgali, Avurturya-Macaristan İmparatorluğu diye gidiyor. Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Hungary

Macaristan bugün 10 milyonluk bir ülke, iki milyona yakın kişi Budapeşte’de. Eskiden Buda ve Pest şehirleri arasından geçen Tuna nehri artık birleşik şehir olan Budapeşte’nin ortasından geçiyor ve şehri ikiye ayırıyor. Nehrin genişliği 300 metre kadar olduğu için Paris veya Amsterdam gibi taş köprüler ve kanal havası yok, Tuna daha çok denize benziyor. Aslında köprüleriyle tekneleriyle bir çeşit ‘küçük İstanbul Boğazı’ manzarası hakim.

















Chain Brigde

















Üstte solda ve sağda sırasıyla Elizabeth Bridge ve İki kule :) ve arasından yine Elizabeth Bridge.

Binalar birer birer restore ediliyor ve bu binalara bakmak gerçekten zevk veriyor. Aşağıda örnek bir manzara. Üst tarafında Nescafe reklamı biraz sırıtmış ama bakmayın siz, çok az binanın tepesinde öyle yazı var, cephelerde ise hiç yok. Restore edilmeyen binaların cepheleri ise kararmış dökülmüş belki savaşın izlerini bile taşıyor. Önceki savaşları bilmiyorum ama II. Dünya Savaşında Almanlar biraz yıkım yapmış.

















Avrupa Birliği’ne yeni giren ülkelerden, zengin bir ülke değil, ama büyük bir turizm var. Sokakta yürürken yanınızdan geçen insanların büyük kısmı İngilizce konuşuyor. Macarların da büyük kısmı İngilizce konuşabiliyor. Turizm ile geçinen bir şehirde normal belki, bizi restoranına davet eden eleman 5 dil konuşuyordu mesela :) Ancak normal vatandaşlar da konuşuyor. Sokakta birine İngilizce soru sorarsanız cevap alırsınız büyük ihtimalle. Ayrıca, güvenli de bir şehir, gece geç saatlerde sokaklarda dolaşabiliyorsunuz.

Yüksek bir hatun potansiyeli var. Sadece güzellik olarak değil sayı olarak da. Sanki erkekler çalışıyor kadınlar sokaklarda geziyor gibi bir izlenim yaratıyor :) Güzel endamlı olanı da olmayanı da abiye giyiniyor, dolayısıyla bazıları biraz rüküş kaçıyor.

Otelde değil de apartman dairesinde kaldık. Gitmeden booking.com aracılığı ile ayırttık. Zamanında mal sahibi olmuş, yaşı ilerlemiş, Almanca bilen teyzeler evlerini kiraya veriyorlar, adet bu. Memnun kaldık, otelden daha iyi, mutfağınız oluyor, yemek yapıyorsunuz, kahvaltı ediyorsunuz. Sürekli restoranlarda yiyip çok para harcanmıyor. Çamaşır makinemiz, internetimiz vardı evde. Evin yeri de şehir merkezinde trafiğe kapalı olan Vaci Utca (Vatzi Utza okunuyor, ama biz bi süre sonra Vaci Usta demeye başladık:)



















Solda Vaci Usta'dan genel bir görünüm, sağda altından yapılmış sokak şarkıcısı. Bu şarkıcı çok keyif verdi bana. Tenini altın rengine boyamış, yüzünün her ayrıntısı dahil. Kıpırdaman duruyor sanki heykel gibi. Ne zaman ki biri önündeki kaseye para atıyor o zaman teşekkür edip kısa bir şarkı çalıyor gitarla. Sonra tekrar donuyor. Repertuvarı çok geniş olmasa da güzel bir atraksiyon.

















Üstte parlamento binası. Şehrin en büyük binası imiş, büyüklüğü nasıl ölçüyorlar bilmiyorum ama bayağı esaslı bir bina.

Unutamayacağımız anılardan biri de Türkiye-Almanya maçını bir Türk’ün işlettiği bir kafede izlemek oldu. Macarlarda Türk sevgisi, hatta duruma göre hayranlığı belki, var. Maçı izlemeye gelen Macarlar arasında Türk bayraklı tişörtü giyenler Türkçe bilenler vardı:) Elbette Türkiye ile bir bağları vardır ama yine de ilginç geldi. Yalnız Türklerin kötü huyları devam ediyor tabi hep. İçeride fosur fosur sigara içildi (ki Evren alerjisi yüzünden takip eden on günü boğaz ağrısı ve öksürükle geçirdi) ve maçta bi süre sonra Almanlara sövmeler başladı.

En keyif veren anlardan biri de Türk hamamında (kaplıcasında) geçirdiğimiz zamandı. Aslında sıcak yeraltı suyunun havuzlanıp üstü kapatılarak yapılmış bir tesis, Türkiye’de de onlarca örneği olduğu gibi. Ama enteresan olan bu üstü kapatma işleminin 500 yıl önce şehri ele geçiren Osmanlılar tarafından yapılmış olması, sütunlar, tavan kubbesi ve ışıklandırma hep o zamana ait. Sıcak suyun içinde gözlerinizi kapatıp o yılları düşünmek, Sokullu Mehmet Paşa ile aynı havuza girdiğinizi düşünmek :)

Ama bizim gittiğimiz tarihi ve küçük olanlardan bir tanesi idi (aşağıda resimleri var). Yeni yapılmış ve sadece kaplıca değil, açık havuzlar, masaj, spa, güzellik v.b. ile de birleştirilmiş büyük ve daha turistik tesisler de vardı.

















Rudas Bath (burdaydık)

Yapamadıklarımızdan ise, bir operaya gitmek istedik. Romeo ve Jülyet oynuyormuş ama tarihi az farkla kaçırdık, oysa tarihi opera binasında izlemek çok keyifli olurdu. Diğerlerine de niyetlendik başta ama sonradan ilgilenemedik.

Yeni maceralarda görüşmek üzere,
Lufthansa ilen gittim geldim, rötar ya yapmıyor, ya çok az yapıyor, uçuşlar da çok iyi geçti ama bilet fiyatları da hiç ucuz değil.